Ali ErenMustafa İslamoğlu

Resûlüllah’ın Üstünlüğüne Tahammülsüzlük Örnekleri… – Ali Eren

Îman ve ibâdet bakımından Allah’ın kulları kademe kademedir. İnsanların inananı var inanmayanı var. İnanmadığı halde inanmış görüneni ve inandığı halde bazı sebeplerle imanını gizleyeni var.

İnananlar içinde ibâdet edeni var, etmeyeni var. İbâdet edenlerden ihlaslı (samimi) olanı var riyâkârı var.

İbâdet ehli içinde aşağı derecede olanı var, yüksek derecede olanı yani gerçek mânâda Allah dostu olanı, veli/evliyâ olanı var.

Veliler içinde sıradan evliyâ olanlar var, sayıları çok az da olsa mürşid-i kâmil olup başkalarını irşadla vazifelendirilmiş nâdir bahtiyar kullar var.

Bir de peygamberlik makamı var ki, o tamamen Allah vergisi ve Allah’ın seçimiyledir.

Bir kimse ne kadar ibâdet ederse ve derecesi ne kadar yüksek evliyâ derecesinde olursa olsun, kendi çalışmasıyla mürşid olamayacağı gibi peygamber de olamaz. Mürşidlik de peygamberlik de Allah’ın seçmesi ve tayiniyledir. Nitekim, Tâhâ sûresi 13. âyette, Hazreti Allah’ın Mûsâ Aleyhisselam’a, “Ben (peygamberliğe) seni seçtim” buyurduğu bildiriliyor. Yani peygamberlik Allah’ın seçimi ve tayiniyledir.
Diğer insanlar gibi peygamberler arasında da üstünlükler vardır. Nitekim Rabbimiz, Bakara sûresi 253. ve İsrâ sûresi 55. âyetlerde “Peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldığını” haber veriyor.

Nitekim peygamberler içinde (Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamberimiz gibi) yeni bir şeriat getirenler de var, kendisinden önce gelen veya kendisiyle aynı zamanda yaşayan bir peygamberin şeriatını tebliğ edenler de var. (Hz. Lut gibi)

Yine peygamberler içinde ulü’l azm peygamberler var ki, onların dereceleri diğer peygamberlerden üstündür. –Meşhur görüşe göre- bu peygamberlerin sayısı 5 olup şunlardır:

Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa aleyhimüsselam.

Ulü’l azm peygamberler içinde sevgili Peygamberimiz makam-ı mahmud sahibidir. Peygamberimiz, (s.a.v.) hem âlemlere rahmet hem de bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim, onun üstünlüğü ve farklılığı hakkında Enbiyâ sûresi 107. âyette “Habibim! Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik,” Sebe sûresi 28. âyette de “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler” buyuruluyor.

Onun böyle bir peygamber olduğunu bilmeyenler gurubundan olmaktan Allah’a sığınırız…

Peygamberlerin diğer insanlara göre seçkin kullar olduğu malum. Bu âyetlerde, Peygamberimiz’in hem âlemlere rahmet, hem de –diğer peygamberler gibi belli bir topluluğa değil- bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini, dolayısıyla diğer peygamberlerden farklı bir mevkiye sahip olduğunu anlıyoruz.
Peygamberimiz’in üstünlüklerine, aynen âyetlerde bildirildiği şekilde inanmak îmanın gereğidir.

Peygamberimiz nesil olarak da seçkin bir sülaleden geliyordu. Bu seçkinlik, Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED kitabının 96. sahifesinde Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym’dan İbn-i Ömer’in rivayetiyle naklediliyor. İslamoğlu’nun nakline göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)

ÜÇ MUHAMMED kitabında nakledilen bu hadis-i şerifte bildirildiği gibi, sevgili Peygamberimiz şerefli bir sülâleye mensuptu. Biz Müslümanlar bunu böyle bilir böyle inanırız. Çünkü hu husus bizzat Peygamberimiz’in hadis-i şerifiyle bildiriliyor. Hadis-i şerifte bildirilen bir şeye itiraz ise doğrudan doğruya Peygamberimiz’e itiraz olur.

Ama hayret ki, yukarıdaki hadis-i şerifi kitabında nakleden zat, meğer bu hadis-i şerifi Peygamberimiz’in üstün bir sülaleye mensup olduğunu izah için değil, buna itiraz için nakletmiş. İtirazı da şöyle:

“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)

Gördüğünüz gibi yazar, hadis-i şerifteki ifadeyi tevazuuya zıt, kibre ise uygun görerek, bir çırpıda itirazı basıyor ve hadis-i şerife vurmaya çalışıyor. Şerefli bir sülaleden geldiğini söylemek ona göre ırkçılık oluyor…

Böyle bir değerlendirmeye giden bir kimsenin, hadisleri toptan reddeden Yaşar Nuri Öztürk’den ne farkı, ne eksiği kalır?

* * *

Hepimizin bildiği gibi, Hazreti Allah Âdem Aleyhisselam’ı diğer varlıklardan üstün kılıp, nurdan yarattığı meleklerin bile ona secde etmesini emretti. Var mı buna bir itiraz? Yok…

Meselâ Âdem Aleyhisselam, bu meseleyi dile getirerek “Allah meleklerin bana secde etmelerini emretti” demekle –hâşâ- tevazuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?

Peygamberimiz Âdem Aleyhisselam gibi bir zatın neslinden geliyor. Ama Kabil’in değil Hâbil’in neslinden, yani şerefli taraftan…

Kendisinin şerefli bir soydan geldiğini dile getirmenin tevazuuya ters neresi var ki, Peygamberimiz’in sözü “kabileciliği çağrıştıran bir söz” olarak ele alınıyor?

İbrahim Aleyhisselam da Halilullah’tır, Allah dostudur. Böyle olduğunu anlatmak kabilinden meselâ İbrahim Aleyhisselam, “Allah başka kimseyi değil, kendisine beni halil/dost edindi” demekle –hâşâ kibirlenmiş ve tevazuuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?

Peygamberimiz, soy-sop bakımından Âdemoğullarının en üstünlerinin devamı olarak, İbrahim ve İsmail Aleyhimesselamın şerefli neslinden devam eden Hâşimoğullarından gelmiştir. Bu da târihî bir gerçektir.
Bu gerçeğin Resûlüllah tarafından dile getirilmesi niçin kabilecilik olsun? Peygamberimiz bunu dile getirince tevazuuya zıt mı hareket etmiş olmaktadır? Bir Müslüman, bir hadis-i şerifi reddetmek pahasına böyle bir mânâlandırmaya nasıl gidebilir, anlaşılır gibi değil…

Nakledilen hadis-i şerifte Resûlüllah Efendimiz’in, “Var mı benim gibi şerefli bir kabileye mensup olanınız!” diyerek -hâşâ- övündüğü mü rivayet ediliyor ki, bu hadis-i şerif kabilecilik olarak anlaşılsın? Bu nasıl değerlendirmedir Allah aşkına!!!

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde “Âhirette şefaat-ı uzmânın/büyük şefaatın kendisine verileceğini” de haber veriyor. “Cennete girecek olanların mahşerde 120 saf olup bunun 80 safının ümmet-i Muhammed olacağını” da haber veriyor.

Bunları da mı tevazuuya zıt kabul edeceğiz? Bunları da –hâşâ- böbürlenme, övünme, kibirlenme mi kabul edeceğiz? Bay yazarın bunlara ne diyeceği ve tevazuuya zıt görüp görmediği cidden meraka değer…
Bu hususta ne diyeceğini bilmiyorsak da Peygamberimiz’le ilgili bazı meselelere itiraz ettiğini kendi kitabından okuyarak biliyoruz.

Bay İslamoğlu’nun kitabında itiraz ettiği, Peygamberimiz hakkındaki bazı gerçekler şunlar:

“Resûlüllah güreşte bir numaraydı. Koşuda bir numaraydı.”

“Dil ve dilin diyalektlerini (lehçe) bilmede bir numaraydı.”

“Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görüyordu.”

“Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarı olurdu.”

“Resûlüllah ne aşırı uzun boylu ne de kısa boyluydu. O orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünürdü.”

“Gölgesi yere düşmezdi.”

Tefsirci İslamoğlu’nun içi işte bunları almıyor. Oysa bunların hepsi, sevgili Peygamberimiz’i dünya gözüyle gören ashabı kiramın anlattıklarıdır. O ashab, Resulüllah efendimizin peygamberliğiyle ilgili her hususu bize naklettiği gibi, maddî vücudundaki üstünlükleri de nakletmiştir. Onlar Peygamberimiz’in bu vasıflarını anlatmamış olsalardı, sonradan gelen bizler, “Acaba Resûlüllah efendimiz nasıldı?” diye merak etmez miydik?

ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın yazarının itirazı şöyle:

“Hz. Peygamber’in “özellik” ve “yüceliğini”, onun getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, onun fiziğinde aramaya başlaması elbette bir anlama problemidir.” (Sa: 98)

Değerli okuyucular! Ortada bir anlama problemi var ama acaba kimde? Resûlüllah efendimizin bu harikulâde vasıflarını kitaplarına alarak bizleri bu konularda bilgilendiren eski âlimlerimizde mi, yoksa onları tenkit eden yazar olaçıkagelmiş olan bugünkü yazarcıklarda mı?

Beyefendi o kadar haddini aşıyor ki, “Üstünlüğün Peygamberimiz’in maddî fiziğinde arandığını” söyleyerek Kadı İyaz ve İmam Süyûtî gibi dev âlimleri tenkide yelteniyor.

Bilmiyor ki,

“Peygamberimiz’in gözlerinin gece de gündüz gibi görmesi, bir yere oturduğu zaman omuzlarının herkesin omuzlarından yukarı olması, aşırı uzun boylu da kısa boylu da olmayıp orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünmesi ve gölgesinin yere düşmemesi” gibi haberler, onun maddî vücudunda aranan üstünlükler değil, her biri birer mûcizedir. Gel gör ki, tenkitçi Bay Yazar mûcize diye bir şeye inanmıyor ki bu mûcizeleri kabul edebilsin…

Bazen hızını alamayıp üslubunu sertleştirdiğinde ise tamamen irtibatsız şeyler döktürüyor. Meselâ bir yerde şu âyet meâlini vermiş: “Sizin için Allah Elçisi’nde güzel örneklik vardır.”

Ondan sonra şöyle verip veriştirmiş: “ (Hz. Peygamberin) Teri, cinselliği, idrarı, boyu, gücü hakkında nakledilen bu rivayetlerin, bu âyetin gösterdiği örneklikle ne alâkası vardır?”

Bu saydıklarınızı örneklik olarak gösteren kim beyefendi? İftira değilse cevap verir misiniz?

Beyefendi diyor ki, “Onun (Peygamberimiz’in) getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, üstünlüğü onun fiziğinde aramak bir anlama problemidir.”

Okuyan da zannedecek ki, Peygamberimiz’le ilgili bu bilgileri veren âlimler, O’nun îman ve ahlâkla ilgili vasıflarını bir tarafa bırakıp sadece maddî vücuduyla ilgili meseleleri anlatmışlar.

Yok öyle bir şey değerli okuyucular… O değerli âlimler, bize O Hazreti Resûlüllah’ı maddî-mânevî her yönüyle anlatageldiler. Anlattıkları içindir ki bu din bu günlere kadar gelebildi.

Allah korusun, bu din ya bir de onları tenkit eden bu makûle gibilerin ellerinde kalıverseydi…

* * *

Her peygamberin kendine mahsus mûcizeleri var. Bu mûcizelerin birçoğu Kur’a-ı Kerim’de de ifade buyurulur. Musa Aleyhisselam’ın sihirbazları yenmesi, İsa Aleyhisselam’ın ölüleri diriltmesi gibi…

Peygamberimiz’in hayatını okuyanların da bildiği gibi, sevgili Peygamberimiz ‘in hayatı baştan sona mûcizedir. Âlimlerimiz onun mûcizelerini anlatmak için ciltlerle kitaplar yazmışlar. Bir âlim, “Tüm peygamberler içerisinde sayıca en çok mûcizesi olan bizim peygamberimizdi” demeyegörsün, bay yazar rahatsızlığını otomatik olarak ortaya koyup hemen itirazı basıyor: “Bu bir önyargıdır.”

Devam ediyor: “Bu, Hz. Peygamberle diğer peygamberler arasında yapılan zorlama bir yarıştır, peygamber yarıştırmaktır.” (Sa: 101-103)

Aslında bu ifade İslam âlimlerine bir iftiradır. Sanki İslam âlimleri –hâşâ- diğer peygamberleri kıskanmışlar da Peygamberimiz’in onlardan üstün olduğunu isbat için mûcize uydurma yarışına girmişler…

İslam âlimlerinin İslama zıt böyle tavırlara girmeleri düşünülemez bile. Ama sayın yazarın, “Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbata yönelik” bir vazifesi ve gayesi olmalı ki, hep ona çalışıyor ve âlimlerimizi bir kitap boyunca böyle yanlışlıklarla suçluyor.

Meselâ İmam Süyûtî’nin (rah.a) El-Hasâis-i Küsrâ kitabından Hicretle ilgili şu hadiseyi naklediyor:

“Ebû Bekir, Resûlüllah’la birlikte mağaradayken susadı. Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona dedi ki: “Mağaranın girişine doğru yürü ve oradan iç.” Ebû Bekir mağaranın girişine kadar gitti, orada baldan daha tatlı, sütten daha beyaz, miskten daha güzel kokan bir sudan içti ve döndü. Resûlüllah dedi ki:

“Allah, Firdevs cennetinin ırmaklarıyla görevli meleğe senin içmen için bir nehir kazmasını emretti.” (Sa: 107)

Bunu naklettikten sonra başlıyor dalga geçmeye:

“Bu rivâyeti nakleden Süyûtî’nin, kitabındaki “Onda muteber olmayan rivayetlere yer vermedim” iddiasını hatırlamanın tam sırası” diyor. (Sa: 107)

Gördüğünüz gibi, bu hadiseyi kitabına alan o büyük âlimle ince bir şekilde dalga geçiyor. “Bir de bu kitabında muteber olmayan rivayetlere yer vermediğini söylüyordun? Senin muteber olmayan rivayet dediğin bu mu? Mümkün mü hiç böyle bir şey?” demeye getiriyor.

Evet! Ona ve onun gibi meseleye sadece madde planında bakanlara göre, tabii ki mümkün değil. Ama meseleye inanç gözlüğüyle ve Allah’ın kudreti ve Peygamberimiz’in mûcizesi inancıyla bakanlar için pekâlâ mümkün. İslamoğlu’nu bilmem, ama bizim kalbimiz böyle bir şeyin olduğunu ve olabileceğini rahatça kabul ediyor.

Bay yazara göre, bazı hayvanların meselâ kurdun, ceylanın dile gelip Hazreti Resûlüllah’ın peygamberliğini ikrar etmesi, Hayber’de Peygamberimiz’e ikram edilen zehirli etin “Ben zehirliyim” demesi ve devenin secde etmesi, aslı olmayan uydurma şeyler.

Yazar, Müslümanların evvelden beri sahip oldukları peygamber inancına fena halde bozuluyor. Gelenek olarak yanlış bir peygamber imajı oluşturulduğunu söylüyor. “Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış” diyor. (Sa: 109)

Ona göre, eski âlimler Peygamberimiz hakkında verebildikleri kadar bize yanlış bilgi vermişler.

Peygamberimiz’i, aşırı yüceltmeci bir tavırla, olduğundan daha yüksek bir makamda göstermişler.

“Hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmışlar.” (Sa: 109)

Onun yazdıklarına inanırsak, İslam âlimlerini asırlar boyunca bizi Peygamberimiz hakkında kandıran İslam düşmanları olarak kabul etmemiz gerekecektir.

Bay yazar, iftiralarının dışında zaman zaman bazı bilgi yanlışlıklarına da düşüyor. Meselâ şöyle:

“Resûlüllah Hendek’te bir günün vakit namazlarını kılamadı; hava kararınca tamamını tüm mü’minlerce topluca kıldılar.” (Sa:110)

Yanlış bilgi… Hendek’te bir günün vakit namazlarının tamamının kazaya kalmadığını ve tamamını topluca kılmadıklarını öğrense iyi olur diyeceğiz ama keşke bütün yanlışları böyle olsaydı…

Kendisini Kur’an hakkında konuşmaya ehliyetli gören yazar, “Kur’an’ın hiçbir yerinde meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden bir tek âyet bulunmamaktadır” (Sa: 111) derken, kendince bir kurnazlık sergiliyor.

“Meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden sahih bir rivâyet yoktur” diyemeyeceği için kurnazlık yapıp, “Âyet yoktur” diyor.

Her şey hakkında âyet olmayacağını bu saatten sonra kendisine biz öğretecek değiliz.

Evet, bu hususta âyet olmayabilir. Ama tefsir diye de bir gerçek var.

Tefsirler gözardı edilebilir mi? Edilir diyemez, çünkü kendisi de bir tefsirci/müfessir olarak piyasada boy gösteriyor. Öyleyse tefsirler de mühim.

Tefsir de mühim ama sadece benim yaptığım tefsir geçerlidir, başkası değil diyebilirse, buyursun desin.

Diyemiyorsa o zaman biz diyeceğimizi diyelim:

Sayın İslamoğlu! Diğer tefsirler, sizin söylediğinizin tam tersini söylüyor. O tefsirlere göre, melekler Bedir’de bizzat harbe katılmışlardır. Ve bunlar da sahih rivayetlerdir.

Lütfen yanlışlarınıza âyetleri âlet ederek Müslümanların zihinlerini bulandırmaya kalkışmayın…

Yanlışlarınızı yaza-yaza bitiremiyoruz. Yanlışlarınız bitmediği için de hakkınızda yazacaklarımız da bitmiş değil.

Nasip olursa, imkanımız nisbetinde yanlışlarınızı ve meseleleri nasıl sündürdüğünüzü deşifre etmeye devam edeceğiz İnşallah…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu