Seyyid Kutub

Osmanlı’nın Dini Yaşantısını Ve Tasavvufi Hayatı Küçük Görerek Bunları Tembellik Çağı Olarak Görmesi

Yaşar Nuri Öztürk’ün tercüme ettiği, Seyyid Kutub’a ait ‘İslam-Kapitalizm Çatışması’ adlı kitabın 108. sayfasında ki şu ifadeler çok dikkat çekicidir:
“İslam idaresi sofuluk satan dervişleri, şeyhleri, şunun bunun adaklanyla yaşasınlar diye kendi alemlerine başı boş bırakmaz. İslam, her ferdin bizzat karşılığını alacağı bir işle meşgul olmasını esas tutar. Emeksiz ücret, işsiz gelir yoktur. Namazlar, dualar kişisel olup toplumsal karektere sahip değillerdir. Belli dualar okumak, zikir meclisleri ve evrat okumalar vs. tembellik çağının ürünleridir.”3

S. Kutub: “İslam idaresi sofuluk satan dervişleri, şeyhleri, şunun bunun adaklanyla yaşasınlar diye kendi alemlerine başı boş bırakmaz.” ifadesi ile, bütün Allah dostu velileri, şeyh ve dervişleri, dilenci, tembel, ayrıca başkalarının eline bakan miskinler gibi göstermeye çalışmaktadır.

1 Tirmizi, Deavet 25.
2 Ebu Nuaym İsfehani, (ö. h/430), Hilyef ul Evliya ve Tabakaf ul Esf iya, Beyrut-1996, I,383.
3 Seyyit Kutup “İslam Kapitalizm Çatışması” Tercüme Yaşar Nuri Öztürk, düşünce yayınlan,
İstanbul, 19801. Baskı sayfa 91, aynı kitabın 2. Baskısı bir yayıncıhk 1985 İstanbul sayfa 108.den aynen alınmıştır.

Şimdi, aslında durumun Seyyid Kutub ve bu şekilde düşünenlerin söylediği gibi olmayıp, tam aksi olduğunu, herkesin de çok iyi bildiği örnekleriyle, ispat edeceğiz inşallah.

Resulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz zamanında Ashab-ı Suffa vardı. Allah’u Teâlâ Sûre-i Tevbe, Ayet 122’de:

– “Her kabileden bir zümre ayır/’ diye emrettiği için, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) Ashabtan, Ashab-ı Suffa’yı ayırmıştır. Bunların sayıları zaman zaman yediyüz-lere kadar çıkardı. Bütün ihtiyaçları Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz tarafından bizzat karşılandığı için, kendi ev ahalisi olarak görülmüştür. Bir evin avlu duvarının içinde kalan kısmına da sofa denir. Bu nedenle de burada kalan ashaba, sofa ashabı ismi verilmiştir.

Bu zatların görevi ise sadece Allah’u Teala’ya gece ve gündüz namazla, teşbihle ve zikrullahla ibadet etmekti. Müslüman askerleri savaşa gitseler dahi, bunlar gitmez, savaşm kazamlması için sürekli dua ederlerdi. S. Kutub ise dua etmeyi hayale kapılmak olarak görmektedir.

Sûre-i Müzzemmil, Âyet 20:

“(Rasûrüm!) Senin gecenin üçte ikisine yakın kısmını (bazen) yarısını (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabb’in elbette biliyor/’ dediği zümre, işte bu Ashab-ı Suffa’dır.

Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) den sonra gelmiş olan bütün tasavvuf ehli şeyhler ve dervişler de, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem), ile Ashab-ı Suffa’yı bu .şekilde örnek alıp, yaptıklarım aynen uygulamaya çalışmışlardır. Yaşantıları da onlarınkinden milim farklı değildir. O zaman, S. Kutub’un “tembellik çağı” diye ifade ettiği çağ ile Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ve Ashab-ı Suffa’nın yaşadığı bu dönem mi kastediliyor?

Hasan (Radiyallahu anhu)’dan Resûl-i Ekrem (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz buyurdu ki:

“Allah’u Teâlâ’nın rahmeti, benim halifelerime olsun. (Sahabe-i Kiram): Ya Resûlullah! Senin halifelerin kimlerdir? dediklerinde, buyurdu ki: Sünnetimi ihya eder ve nâsa da öğretirler/’1

İşte, şeyhler ve dervişler de, Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin sünnetlerini, birebir örnek alıp, önce kendileri yaşayarak, nâsa da bu şekilde öğretmektedirler. Bu nedenle de tarikatlara “Tarikat-ı Muhammediyye-i âliye” denmiştir. Yani Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem)’in yolu demektir. Çünkü, tarikatlar, Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin hayatı boyunca Ashab-ı Suffa’ya yaptığı yedirme, içirme de dahil, diğer sünnet-i seniyye’lerini, tüm yönleriyle, yaşantılarında uygulamaya çalıştıkları için bu isim verilmiştir. Özellikle, dergahlar da, halka zengin fakir ayırt etmeksizin yedirme, içirme, Allah rızası için yapılmaktadır. Bu nedenle, Allah dostu veliler, şehyler hiç bir zaman halkın eline bakmayıp, onlardan da bir beklenti içerisine girmemişlerdir. Hatta tam tersi, en zor şartlarda dahi halk bu zatlara sığınmış ve bunların maddi ve manevi yardımlarını görmüşlerdir. Örnek verecek olursak; Abdulkadir Geylani Hazretlerinin, Bağdat’ta hala açık olan dergahmda o zamandan günümüze kadar miskinler ve kimsesizlerin yiyip içip barmması herkes tarafından bilinmektedir. Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin Şam’da, türbesinin bulunduğu dergah hala açık olup, fakir fukaraya yemek verilmekte ve zikrullah meclisleri devam etmektedir. Ayrıca herkesçe malum olan diğer bir husus ta şudur; Yunus Emre hazretleri zamanında, yaşanan kıtlık nedeniyle, o bölge halkının tamamının yiyecek temini için Şeyh Hacı Bektaşi Veli hazretlerinin dergahma gitmesi gibi, Yunus Emre hazretlerinin de, o dergaha gidip kendi köylüleri için buğday isteyip alması meşhurdur. Tüm bunların yanında, gerçek ismi Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli olan, fakir fukaraya somun ekmek yapıp bedava dağıttığı için “Somun-cu Baba” diye anılan ve Hacı Bayram veli Hazretlerinin de şeyhi olan zatı bilmeyen yoktur.

1 Seyyid Ahmed Haşimi, Muhtarü’l-Ehâdîsîn Nebeviyye vel Himem’il-Muhammediyye,
Muharriri: Abdulkadir Akçiçek, Salah Bilici Kitabevi yay. İstanbul, Hadîs No: 250, Râmûzu’l-Ehâdis, Hadîs No: 3633.

Aynı şekilde, geçimini çiftçilikle sağlayan Hacı Bayram Veli Hazretlerinin de kendi çevre halkına maddi ve manevi destek olduğu, bilinen diğer bir gerçektir. Yüzlerce insan dergahında kalır, yer içer, ilim ve ibadetle meşgul olurdu. Dikkat edilirse uygulamalar bizzat Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ile Ashabı Suffa’nın yaşantıyla birebir aynıdır. Her Osmanlı padişahı da bu zatlara büyük hürmet eder, alacakları bir çok önemli kararlarda, onların bizzat fikirlerine başvururlardı. Hatta, halkına ve devletine karşı yaptığı büyük hizmetlerinden dolayı, Hacı Bayram Veli Hazretlerini ve müridlerini, vergiden muaf tutmuşlardı. Şeyh ve dervişlerin halktan gelen adak ve yardımlarla geçinmediği, aksine, halka maddi ve manevi gerçek yardımları bu zatlarm yaptığına dair şanlı tarihimizde, bunlar gibi sayılamayacak kadar çok örnekler mevcuttur. Fakat bizler ise, özellikle çok bilinen hadiselerden bir kaçını alabildik. Yoksa bu husus, müstakil bir kitap yazmayı gerektirir.

Enes İbn-i Mâlik (Radiyallahu anhu)’dan rivayetle Resûl-i Ekrem (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz buyurdu ki:

“Şeyhlere tazim ve hürmet edin. Çünkü şeyhlere yapılan Allah’u Teâlâya’dır, Her kim şeyhlere tazim ve hürmet etmezse benden değildir/’1

Bu ve benzeri Hadis-i Şeriflerden dolayı, her Osmanlı padişahının bir şeyhi vardı ve padişah olmalarına rağmen, o zatlarm önüne asla geçmezlerdi. Bu şekildeki tasavvufi yaşantı, Osmanlı’nın altıyüz yıllık sürecini kapsamaktadır. Zaten bu hassasiyetlerinden dolayı, tüm Dünya’ya hükmetmişlerdi. Çünkü, örnek aldıkları Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ve Ashab-ı Suffa’dır.

1 Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadis No: 3043; Muhtar’ül Ehâdîsîn Nebeviyye, Hadîs No: 222.

Başarı ve güzelliklerle dolu, Müslümanların refah ve bolluk yılları olan bu zamanlar ise, Seyyid Kutub ve bu fikri savunan kişiler tarafından, tembellik çağları olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Haşa bu tembel insanlar nasıl olmuş ta, tüm Dünya’ya hükmetmiştir. Bu hususun açıklanması gerekmek-tedir. Tasavvuf, hangi dönemde, gerilemenin asıl sebebi olup, ilerlemenin de önünde engel teşkil etmiştir? Elbette ki hiçbir zaman…

Aslında tasavvuf ehli bu insanlar, tembel olmadıkları gibi aksine çok çalışkandırlar. Şöyle ki; normalde beş vakit namaz farz kılınmışken, bunlar, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ile Ashabı Suffa’nm sürekli kıldığı gece namazı, kuşluk, işrak ve evvabin gibi nafile namazları fazladan yaparlar, ayrıca namaz sonrası çekilen tesbihatlara ilaveten günlük yüzlerce evradı vazife olarak yapıp, Allah’u Tela’yı da çokça zikrederler. Farz olan Ramazan orucu haricinde, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in yaptığı gibi pazartesi ve perşembe günleri ile muharrem ayında ve diğer günlerde herkesten fazla nafile oruçlar tutarlar. Bunun haricinde toplumsal konularda da en önde bu insanlar mücadale ederler. Bu, şeyhler ve dervişler, insanlar arasındaki kan davası ve benzeri, her türlü husumet ile anlaşmazlıkları, aracılık yapmak suretiyle devreye girip ortadan kaldırırlar. Yani toplumsal barışa en fazla bu insanlar destek vererek öncülük yaparlar. Tembellik bunun neresindedir? Fazla ibadet yapmak ne zamandan beri, tembellik sayılıp, ayrıca, bilim ve teknolojinin gelişmesinin önünde engel olmuştur. Osmanlılar hem ibadeti fazla fazla yapmış hem de her türlü teknolojik gelişmeleri ya-kından takip ederek, alıp uygulamış ve geliştirmiştir. Fatih Sultan Muhammed Han Hazretlerinin İstanbul’u feth ederken kullandığı toplar ve gemilerden, o dönemde daha gelişmişleri var mıydı? Elbette ki yoktu. İşte, son teknolojiyi kullanan, Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri, bu fetih ile bir çağı kapatıp yeni bir çağ açmıştır. Merak ediyoruz; Acaba, Seyyid Kutub’un “tembellik çağı” dediği, bu yeni çağ mı, yoksa eskisi mi?

Abdullah b. Beşir (Radiyallahu anhu)’dan rivayetle Resûl-i Ekrem (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki:

“Konstanrin (İstanbul) şehri muhakkak feth olunacak. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandandır. O’nun askeri de ne güzel askerdir,”1 diyerek, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) Osmanlı’yı övmektedir. Dine ilk önce Arap’ların, daha sonra da Türk’lerin, büyük hizmet edeceğini işaret eden hem Âyet’i Kerime, hem de birçok Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan; Sure-i Maide Ayet 54:

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah, Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onlarında kendisini seveceği bir kavim getirir ki; Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın lütfü inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.”

1 Ahmed Bin Hanbel, Müsned, Hadis No: 18189; Taberani, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 1202;
Mehmed Emre, Kırk Mevzuda Kırk Hadîs Kitabı, Osmanlı yayınevi, İstanbul, Hadis No: 28; el-Hakim, el-Müstedrek, IV/42-422, Haydarabat 1335.
2 Bkz: Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi, Bilmen Yayınevi, İstanbul-
1967.

Ömer Nasuhi Bilmen’in yazdığı tefsiri2 ile muteber bir çok tefsirlerde bu Ayet-i Kerime de övgüyle bahsedilen topluluğun Türk’ler olduğu belirtilmiştir. Nitekim bu görüşü sahih olarak rivayet edilen şu Hadis-i Şerif desteklemektedir:

Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz Hz. Ali (Radiyallahu anhu) efendimizi çağırarak ona buyurdu ki:

”Sizler Rumlarla mutlaka çarpışırsınız! Ne varki sizden sonra -islamın yüz akı- bir ordu gelir ve Rumlarla, asıl onlar çarpışır. Onlar öyle kimselerdir ki; Allah yolunda olmaktan ve bir kınayanın kınaması ve nede dedikodusundan hiç korkmazlar. İşte onlar teşbih ve tekbir sesleri ile İstanbul’u ve Roma’yı fethederler. Oralardan daha önce hiç bir yerden alamadıkları miktarda öyle çok ganimetler elde ederler. Onlar bu ganimetleri aralarında kalkanları ölçek yaparak taksim ederler. Sonra biri nida eder: “Ey ehl-i İslam! Deccal sizin topraklarınızda ve beldenizde ortaya çıktı/’ der. İnsanlar ellerindeki malları bırakırlar. Onlardan bir kısmı malları alır, bir kısmı ise terk eder. Malları alan da terk eden de pişmanlık duyar. Bu bağıran kimdir derler. Bağıranın kim olduğunu bilemezler. İçinizden öncü birlikler gönderin, araştırsınlar, eğer deccal çıkmışsa, onun haberini getirirler derler. Onlar giderler bakarlar ve bir şey göremezler. İnsanları şüphe içinde görürler. Sonra şöyle derler: o bağıran kişi muhakkak ki bir haber için bağırdı, boşuna bağırmaca. Kararlı davranın, herkese haber verin, hep beraber çıkar bakarız, eğer deccal çıkmış ise onunla savaşırız, ta ki Allah onunla bizim aramızda hükmünü verinceye kadar, zira Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Ama eğer deccal çıkmamış da başka bir şey olmuşsa, işte beldeniz, akrabalarınız ve askerleriniz orada duruyor, onlara dönersiniz derler. **

Ayrıca,Vahhabi olan İbn-i Suud’da, İngilizler’le yaptığı bir toplantıda, Hıristiyanlarla ilgili bazı Kur’an Ayet’lerini okumuş, sonra da Philby’e dönerek: “Kendisini kuzeni saydığını, zira Hıristiyanların İshak Peygamber, Araplarında İshak’m kardeşi İsmail Peygamber evladından olduklarını, Türk’lerin (yani Osmanhlar’ın) ise Tatar kökenli evlad-ı iblis’ten olduklarını ifade etmişti/’2

Suudi Arabistan’da vahhabi alimlerinden olan Yusuf bin Abdullah el-vabil adındaki hain de, Eşratüs- saah adlı kitabının 216-217. sayfalarmda Türk’lere şu ifadelerle kafir demektedir:

“Bugün İstanbul, hala kafirlerin (Türklerin) elindedir. O doğrulan söyleyen ve her söylediği de başkaları tarafından kabul ve tasrik edilen peygamberin haber verdiği gibi, yakında ve son defa olmak üzere yeniden feth edilecektir.”3

Bu ırkçı söylemler ile aşağılık itham ise vahhabilerin Türk’lere, dolayısıyla ehl-i sünnet vel cemaat mezhebiyle yönetilen Osmanlı’ya karşı olan kin ve nefretlerinin açık bir göstergesidir. Bu yüzden inkar ettikleri yüzlerce Hadis-i Şerifler gibi ayrıca, Türkler’den övgüyle bahseden onlarca Hadis-i Şerifleri de özellikle gizlemişler ve yok saymışlardır.

1 Hakim, Müstedrek Ale’s-Sahihayn, (Mektebet’üş-Şamile 2), Hadis No: 8625.
2 Doç. Dr. Büyükkara, İhvan’dan Cüheyman’a Suudi Arabistan ve Vehhabilik, s. 48.
3 el-Vabil, Yusuf b. Abdullah, Eşratüs-Sâah, el-Ihsa, (el-Memleketü’s- Suudıyye),1990 s.216,217;
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türkler (Selçuklular, Moğallar, Osmanlılar), Kuzucular Ofset-Konya, 3. Baskı, 1996, II, s. 158.

Bununla da yetinmeyip, Türk’lere, yukardaki gibi aşağılık iftiralarda bulunmaktadırlar. Seyyid Kutub, Osmanlı düşmanlığı hususunda da, vahhabilerle aynı çizgidedir. Çünkü, Seyyit Kutub’un fikir babalarından ve aym o dönemin İhvan-ı Müslimin teşkilatının yöneticilerinden olan, Osmanlı’nın yıkılmasına çanak tutan Reşit Rıza’da, aynı Osmanlı ve Türk’ler aleyhinde yazdığı “el-Menar” adlı tefsirinde Araf Suresi 187. Ayet’ini yorumlarken şu ifadeleri kullanmaktadır:

“İstanbul’un gerçek fethi; orasının, Türk eşkiyalarmın elinden Arap’lar tarafından kurtarılması ve yeniden fethi ile mümkün olacaktır,” diyerek sözlerine şu şekilde devam etmektedir:

“Müslüman Türk’ler İstanbul’un fethini işaret eden hadislerin Sultan Mehmed’in İstanbul’u feth etmesiyle gerçekleştiğini iddia etmektedirler. Ancak hadislerin manası (yukarıda söylediğimiz gibi) çok açıktır (yani şehrin Türk eşkıyaların elinden alınmasıdır) demektedir.1

Aynı Reşit Rıza gibi onun görüşünde olan Türk düşmanlığı yapanlardan biri de Mısırlı Ezher alimlerinden (1892-1958) Ahmet Muhammed Şakir hainidir. Bu da İbni Kesir’in Umderu’t-Tefsir adındaki kıymetli kitabım kendi görüşüne göre yeniden açıklayıp tahrif ederek yayınladığı o kitapta, aynı şekilde şu ifadeleri kullanmıştır: “Hadislerde müjdelenen İstanbul’un fethine gelince o çok yakın veya uzak zaman da gerçekleşecektir. Ancak bu içinde bulunduğumuz asırdan çok önce Türk’lerin İstanbul’u feth etmelerine gelince, şüphesiz bu Arap’ların yapacağı büyük fethe ön hazırlık olmalıdır/’2 demektedir.

1 Reşit Rıza, Tefsir-ül Menar, Mısır, hicri. 1367 IX. Sayfa 447; Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türkler (Selçuklular, Moğallar, Osmanlılar), II, s. 157-158.
2 İbni Kesir, Umdetu’t- Tefsir, tahkik Ahmet Şakir, Mısır,1377 II, sayfa 256; Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türkler (Selçuklular, Moğallar, Osmanlılar), II, s. 158.

Yeni Ümit Dergisinin 90. sayısmda Ahmet Muhammed Şakir’i anlatırken kullanılan şu cümleler çok dikkat çekicidir; “Ahmet Muhammed Şâkir, fikrî planda yürüttüğü bu direnişinde yalnız değildir. Bu hususta, ona Muhammed Zâhid el-Kevserî (v. 1371/1952), Muhammed Hâmid el-Fıkî (v. 1378/1959), Muhammed el-Emîn eş-Şenkîtî, Seyyid Kutub (1906-1966) gibi âlimler iştirak etmişlerdir/’1

Görüldüğü üzere Seyyid Kutub Türklere kafir diyen şahıslarla sıkı fıkı ilişki içindedir. Yazıda geçen “fikrî planda yürüttüğü bu direnişinde yalnız değildir” ifadesinden de anlaşıldığı üzere onlarla aynı düşüncede olduğu kesindir.

İstanbul’un fethinden sonra kılman ilk Cuma namazım, ikindi namazının sünnetini, Fatih Sultan Muhammed Han Hazretlerinden başka, hiç terk etmeyen kimse bulunamadığı için kendisinin imam olup kıldırması da ayrıca, Osmanlı Padişahlarının ibadete ne kadar önem verdiklerini göstermesi açısından çok önemlidir. Çok fazla ibadet insanı çağın gerisinde bırakmaz, aksine, az ibadet Allah’u Teala’nın yardımından mahrum bırakır. Osmanlılar, çok fazla ibadet ile sünneti Resulullah’a gereği gibi önem vermişler, bu nedenle de Allah’u Teala’nm verdiği nusrat ile Dünya’ya hükmetmişlerdir.

Karşılarında ise kimse duramamıştır. Bu hususta Hadis-i Şerif:

“Türkler size ilişmedikçe siz de, onlara ilişmeyiniz. Çünkü ümmetimin mülkünü ve Allah’ın ona olan ihsanını en evvel Kantura oğulları (Türkler) alacaktır.”2

Fahrettin paşa, Medine müdafasmda yaptığı çetin mücadelenin sonunda Medine’den ayrılma mecburiyetinde kalınca, ayrılırken Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizle ilgili şu kasideyi yazmışur.3

Bir Ulu’l-emr idin emrine girdik
Ezelden bey’atli hakanımızsın
Az idik sayende murada erdik
Dünya ve ahiret sultanımızsın

1 Yeni Ümit dergisinde yayınlanan Tahir Emir Yılmaz’ın Ahmet Muhammed Şakir adlı makalesinden alınmıştır. Sayı 90, (Ekim-Kasım-Aralık 2010) bu hususta ki bilgi için Bkz: http^www.yerıiumit.com.tr/konular/detay/ahmed-muhammed-sakir
2 Taberani, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 10236.
3 Başka bir rivayette de Fahreddin Paşanın subaylarından birisinin olduğu söylenmektedir.

Unuttuk İlhan’ı Kara Oğuz’u İşledik seni göz bebeğimize Bağışla ey şefi’ kusurumuzu Bin küsur senelik emeğimize
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur Şımardık müjde-i sahabetinle Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur Doyarız bir lokma şefaatinle
Nedense kimseler dinlemez eyvah
O kadar saf olan dileğimizi
Bir ümmi isen de ya Rasulallah
Ancak sen okursun yüreğimizi
Suları tükendi gülaptanların Dinmedi gözümüz yaşı merhamet Külleri soğudu buhurdanların Aşkınla bağrını yakmada millet
Geçmemiş Türkçede Kays-u Hasan’m
Yok bizde ne Bürde ne de Muallaka
Yolunda baş veren Âl-i Osman’ın
Kan ile yazdığı tarihten başka Ne kanlar akıttık hep senin için O Ulu Kitab’ın hakkıçün aziz Gücümüz erişsin ve erişmesin Uğrunda her zaman döğüşeceğiz
Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz
Can verir cananı veremez Türkler
Ebedi hadimü’l-Harameyniniz
Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler.

İslam, düşmanı Avrupa’lılar dahi Osmanlı’ya olan hayranlığını gizleyememekte, hatta Kanuni Sultan Süleyman Hazretlerini ilk ve en iyi kanunları yapıp uyguladığı için, en iyi kanun adamı olarak adlandırmışlardır. Bu nedenle de Avrupa’ lılar, kendisine, Muhteşem Süleyman ismini vermiştir. Kanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin Fransa kralı Fran-suva’ya yazdığı mektupta ki şu satırlar; Osmanlı’nın Allah’u Teala’nın Nusranyla Dünya’yi nasıl dize getirdiğini göstermesi açısmdan çok anlamlıdır:

– “Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Azerbay-can’ın ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım. Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Fransuva’sın. Hükümdarların sığındığı kapıma elçinizle mektup gönderip, ülkenizi düşman istila edip, şu anda hapiste olduğunuzu bildirip, kurtuluşunuz konusunda bizden yardım talep ediyorsunuz. Söylediğiniz her şey dünyayı idare eden tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur.”

Bu mektup sonrasında, Kanuni Sultan Süleyman Hazretleri, devreye girip başka bir mektupla, Fransa kralını esir düştüğü başka bir imparatorluktan kurtarmıştır.

Ayrıca, yine Fransa’da ilk defa dansın icat edilmesi ile birlikte yasaklanmasını emretmesi ve yüz yılı aşkın bir süre dansm, Fransa’da yapılamaması ise, Osmanlı’nın güç ve kudretinin büyüklüğünü, göstermesi açısmdan çok önemli başka bir ayrıntıdır.

İşte, dansı Fransa’da, yüz yıldan fazla bir süre yasaklayan o mektup: “Sefirimden (elçiliğimden) aldığım haber de, memleketinizde, dans adı altında, kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle, ahlaksız bir şekilde fuhşiyat yapılmakta olduğu tarafıma bildirilmiştir. Hem hudûd olmaklığımız itibariyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimâli muvacehesinde nâme-i hümâyûnumun yed’ine vusulünden itibaren iş bu rezalete son verilmediği takdirde, orduyu hümâyûnumla bizzat gelüb işbu rezaleti men’e muktedirim,” demektedir.

Kanuni Sultan Süleyman Han hazretleri Fransa da vals denilen dansm yapıldığını haber almca bu fermam, Fransa kralına gönderiyor. Tarihçi Hammer’in dediğine göre bu mektup gönderildikten sonra, yüz yılı aşkm bir süre Fransa da dans yasaklanmıştır. Kanuni’nin vefatından sonra bile korkularından dans edememişlerdir. Görüldüğü üzere maneviyat sahibi bu zatlar, Allah’u Teala’nın verdiği nusrat ile kabirlerinde bile dünyaya korku saçmaya devam etmektedirler. Osmanlı ruhu hep dünyayı ürkütmüştür ve ürkütmeye de devam etmektedir. Bu nedenle, ülkemizde tefrika çıkarmak, kardeşi kardeşe kırdırmak için, büyük oyunlar sergilenmeye çalışılmaktadır.Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Şanlı Bayrağımızın gölgesinde yaşayan herkes; hangi dilden, hangi ırktan olursa olsun kardeşçe yaşamaya devam edecektir. Osmanlı ruhu (hıfz) oldukça tefrika çıkarmaları imkansızdır.

Bir mektupla, bir İmparatordan, bir kral kurtaran ve bir ülkede ki ahlaksızlığı önleyen güç, Selimiye’yi inşa eden teknik. Ve bilhassa, Fas’tan Hindistan’a, Avusturya’dan Yemen’e kadar, ayrı ırktan, ayrı kavimden, ayrı dilden, ayrı dinden milyonlarca insanı “kardeşçe yaşatan bir arada tutup himaye eden ruhtur Osmanlı Devleti!”

Yine Ramuz’ul Ehadis kitabmda Müslim (Radiyallahu anhu)’dan Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu:

“Hıfz (koruma, himaye etme, savunma kabiliyeti), on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Türkler’de, biri diğer insanlardadır. Cimrilik on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Acemlerde (İranda), biri diğer insanlardadır. Cömertlik on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Sudanlılarda, biri diğer insanlardadır. Haya on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Araplarda, biri diğer insanlardadır. Kibir on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Rumlarda, biri diğer insanlardadır/’1

İşte bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu, asırlarca farklı din, dil ve ırktaki insanları bir arada tutup, barış ve huzur içerisinde himaye etmiştir.

Geriye dönüp islam tarihine şöyle bir bakacak olursak, tasavvufun tam olarak yaşandığı, Osmanlı dönemi haricinde, Müslümanların bu şekilde güçlü olup Dünya’yi dize getirdiği başka bir dönem var mıdır? İşte bu başarı, Seyyit Kutub gibilerinin, tembel dediği insanların yaşadığı bu çağlarda elde edilmiştir. Bu insanları tembellikle itham eden S. Kutub’un çalışkanlıktan kastı: “İslam, durmayan bir mücadele, kesiksiz sürekli bir cihad; hak, adalet ve eşitlik yolunda şehid düşmektir/’2 ifadesinde de geçen “islam durmayan bir mücadele, kesiksiz sürekli bir cihad” ise, o zaman savaşmayan herkes tembel mi olmaktadır? Elbette ki değildir. Bunlarm çalışkanlık dediği ise, aslında, sadece devlet yönetimine karşı baş kaldırıdır. Zaten S. Kutub’un ülke kalkınması ile kafirlere karşı yaptığı bir mücadele veya çalışkanlık söz konusu bile olmamıştır. Bütün çalışkanlığı ise yönetime karşı isyan ve halkı da bu isyana teşvikten ibarettir. Zaten Müslümanlar arasmda fitne çıkartıp, yönetime karşı ihtilal girişiminde bulunduğu için Cemal Abdunnasır tarafından idam edilmiştir. İşte gelmiş geçmiş tüm tasavvuf ehlini tembel ve zararlı insanlar gibi göstermeye çalışan Seyyid Kutub budur.

1 Ramuz’ul-Ehadis, Hadis No: 4140.
2 Seyyid Kutub, İslami Etütler, s. 30

S. Kutub’un, insanlardan gelen adak ve yardımlarla geçindiklerini iddia ettiği tüm Allah dostu veliler ise; hayatları boyunca topluma örnek olmuş ve bizzat toplum tarafından da örnek alınmış insanlardır. Bu Osmanlı’lar zamanında da öyleydi, şimdi de hâlâ öyledir. Bu insanlar yaşarken örnek alınmış, öldükten sonra da örnek almarak kabirleri milyonlarca insan tarafından ziyaret edilmektedir ve edilmeye de devam edilecektir. Hatta, Mevlana Celalettin Rumi Hazretlerini ziyaret eden milyonlarca kafirden, Müslüman olarak islamı tercih edenler oldukça fazladır. Bu insanları tembellik çağının ürünü ve başkalarının sırtından geçinen insanlar olarak gören S. Kutub ile benzeri zihniyetteki serserilerden, kaç tanesinin kabri ziyaret edilmektedir? Bu sapıklar, yaşarken kaç kafiri Müslüman etmişlerdir? Zaten bunların böyle bir dertleri olmadığı gibi, aksine, bütün meseleleri de ehli sünnet görüşündeki Müslümanları yoldan çıkarıp tamamen kafir etmektir. Tasavvuf ehli bu zatlar kabirlerinde yatarken bile, kafirlerin Müslüman olmasma vesile olurken, bu aymazlar da yaşarken Müslümanları kafir etmeye çalışmaktadırlar. Aşağılayarak, hakaret ettikleri Allah dostu şeyh ve dervişlerle, bu serserilerin arasındaki fark, bu düzeydedir.

Aslında, S. Kutub ve günümüz uzantılarının, sıkıntı aldıkları husus, tembellik falan değildir, tam tersi bu insanların çalışkanlıkları ve sadakatla manevi güç kaynağımız olan Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’e bağlılıklarıdır. Bu durum, onları aşırı derecede rahatsız etmektedir. Yoksa ortada zaten, tembellik falan da yoktur, aksine çok fazla çalışma ve sadakatla bağlılık söz konusudur. Hal böyle olunca, bu manevi gücü ortadan kaldırmak isteyen başta İngilizler olmak üzere, diğer dış güçler, yukarda ifade etmeye çalıştığımız, bu proje oyunu, uygulamaya koymaktan başka çare bulamamış-lardır. Bu nedenle de ehli sünnet görüşündeki Allah dostu velilerle, Osmanlı’ya saldırmaktadırlar. Allah’tı Teala, tüm Müslümanları bunların şerrinden emin eylesin. Amin!

Müslim ve diğer bir çok Hadis kitabında geçen Hadis-i Şerifte Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor ki:

“Ümmetimden bir taife daima hak üzere olur. Onlara, muhalifleri kıyamet gününe kadar asla zarar veremez ve onları mağlup edemezler/’1 Bu Hadis-i Şerifte de açık bir şekilde geçtiği üzere, her dönemde olduğu gibi günümüzde de, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ve Ashab-ı Suffa’nm yaptığım aynen yapıp uygulayan, yedirip içirmeleri ile meşhur hakiki dergahlar, şeyh ve dervişler hâlâ mevcuttur. Buralarda kimsesizler, hastalar ve her türlü misafirler yatarlar, yerler ve içerler. Bu insanların, hastasma, yaşlısına her türlü hizmet Allah rızası için en iyi şekilde yapılır. Kimseden de beş kuruş para almmaz da, ima ile istenmez de. Aksine çoğu yolda kalmışlara maddi yardım dahi yapılır. Onlarca genç kız ve erkekler, her türlü ihtiyaçları karşılanarak evlendirilir. Buna karşılık, S. Kutub ve benzeri düşüncedeki aymazlar ise, bu insanları başkalarının sırtmdan geçinmekle itham ederler. Bu iftiralarının doğru olduğuna dair, bir tane bile gerçek örnek yoktur.

Her mevzuda olduğu gibi bir şeyin aslı ve maalesef sahtekarı da vardır. Bunu suistimal ederek maddi menfaat elde etmeye çalışanlar elbetteki olacaktır. Ancak bunları ayırt etmek çok kolaydır. Bu türden sahtekarlarm ömürleri fazla uzun olmaz ve foyaları çok kısa sürede ortaya çıkar. Bu nedenle, kurunun yanında yaşı da yakmak, bu zatlara karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır. Seyyid Kutub’un yaptığı bu saldırı ve iftiralara benzer saldırılar, günümüzde de hala devam etmektedir. Hatta hakiki dergah ve şeyhleri karalayıp halkın gözünden düşürmek için sahte ve düzmece şeyh ve dervişler türetilmiş ve yakın tarihimizde de buna benzer bir oyun sergilenmiş olup, daha sonra belgeleriyle bu işin bir kumpas olduğu anlaşılmıştır. Ali Kalkancı ve Fadime Şahin hadisesinde olduğu gibi… Ayrıca, şeyhleri, din alimlerini, özellikle de yüzlerce yıl kafirlere kök söktüren bazı Osmanlı padişahlarım, haşa sahtekar, para ve içki ile kadm düşkünü insanlarmış gibi gösteren filimler ve diziler çekilerek, televizyonlarda, yıllarca milletimize izlettirilmiştir. Hâlâ, bu ve buna benzer yeni filim ve diziler çekilip, yayınlanarak kara propagandaya devam edilmektedir.

1 Bkz: Buhari, i’tisâmu bil’kitabi ves-sünneti 10; Müslim, İman 71; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16324,18487. Ayrıca, bunun benzeri olan Hadis-i Şerifler Tirmizi, İbn-i Mace ve Ebu Davud tarafındanda nakledilmiştir.

Durum böyle olduğu halde, S. Kutup ve benzerlerinin, bütün dergah, şeyh ve dervişleri aynı kategoriye koyup onları, “başkalarından gelen adaklarla geçinen” ayrıca “tembellik çağının ürünleri” gibi gösterme çabaları da, yularım elinde tutanlardan aldığı talimatlarla yaptığı, kasıtlı bir saldırıdır. Hatta, farklı kulvardaki kişilerin ise aynı şekilde ortak hareket etmeleri ise çok manidardır.

Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz veda hutbesinde:

– “Arab’ın Acem’e, beyazın-siyaha bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır/’demektedir.

Her Müslümanın bu Hadis-i Şerifte belirtilen bilinçte olup, bu şekilde de amel etmesi gerekir. Bizler de bu Hadis-i Şerifte emredilen hassasiyetlerin farkındayız ve bu bilinçle de hareket etmekteyiz. Ancak vahhabi zihniyetli bir takım sapık çevreler özellikle, ehli sünnet görüşünde olan Osmanlı’ya hakaret edebilmek için, Türk’lere ve tasavvuf ulemasma alçakça saldırmışlardır. Bu aşağılık saldırıya hala da devam edilmektedir. Bu nedenle Türk’lerden övgüyle bahseden, tüm Hadis-i Şerifleri uydurmadır demek suretiyle yok saymaktadırlar.

Bu yüzden bizler de özellikle, Türk’ler hakkındaki yok sayılan Hadis-i Şerifleri ve Osmanlı’nın islamiyete yaptığı büyük hizmetleri, ehli sünnet itikadmda olan bütün Müslüman kardeşlerimize hatırlatmak gayesiyle, Türk’leri överek anlatan Ayet-i Kerime ve çok sayıda ki Hadis-i Şeriflerden bazılarına yer verdik.1 Buradaki amacımız kesinlikle, Türk milliyetçiği ile ırkçılık yapmak değildir.

İmtisali Cahidû fillah oluptur niyyetim,
Dini islamın mücerred gayretidir gayretim.

1 Türkler ile ilgli hadisleri için Bkz: Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türkler (Selçuklular, Moğallar, Osmanlılar) kitabına müracat ediniz.

Fazlı hak ve himmeti cündü ricalullah ile, Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim.

Fatih Sultan Muhammed Han hazretlerinin de, bu beyitlerinde belirttiği gibi, bizim de gayemiz dini islamı yüceltip, kafirleri de deşifre etmektir. Başka bir amacımız yoktur.

Aslında Tarikat, islamivette çok çalışmanın adıdır:

Zaten bu hususta Allah’u Teala, Sure-i Zariyat, Âyet 57’de: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım/’ diyor.

Yine Allah’u Teala, Sure-i Hac Âyet 35’te:

“Onlar ki, Allah’u Teâlâ’yı zikrettikleri zaman kalpleri cila bulur. Başlarına her ne musibet (belâ) gelse ona sabrederler. Namazlarına kâim olurlar. Rızıklarından da infakta bulunurlar.” diye buyuruyor.
İşte bu sebepten dolayı da, Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz ve Ashab-ı Kiram başta olmak üzere, onların yolundan giden tüm ehl-i sünnet toplumu ve tasavvuf ehli kişiler ibadetleri ve rızıklarından da infakta bulunmayı, hayatlarmda birinci öncelik olarak görmüşler ve Sure-i Vaki’a, Âyet 10-12’de Allah’u Teala:

“İbadet hususunda ileri geçenler. İşte onlar Cennet-i Naim’de benim en yakınımda olurlar,”diye buyurduğu için de, ibadet konusunda, birbirleriyle yarışmışlardır.

S. Kutub ise: “Belli dualar okumak, zikir meclisleri ve evrat okumalar vs. tembellik çağının ürünleridir,” sözüyle pervazısca şeyh ve dervişlere saldıracağım derken aslında, bu insanların örnek aldığı Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ile ashabına saldırmış olmaktadır. Çünkü, ashabın yaptığı zikir ve evratları aşağıdaki Hadis-i Şeriflerle sabittir. Dolayısıyla bu saldırı ile aşağıdaki Hadis-i Şerifleri de inkar etmiş olmaktadır.

Hadis-i Şeriflerde bazı zikir ve teşbihler için, belli sayılar zikredilmiştir. İşte bu sayıların belirli zamanlarda çekilmesine evrad veya vird denir.

Hz. Ali (Radiyallahu anhu)’dan Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki:

“Ey Fatıma! Allah’tan kork! Rabbı’nm farzını yerine getir. Ehlinin ameli gibi bir amel yap. Yatağına geldiğinde 33 kere teşbih: “Subhânallah.” 33 kere tahmid: “Elhamdülillah/’ 34 kere tekbir: “Allâhu Ekber/’ getir. Hepsi yüz yapar. Bu senin için bir hadim (hizmetçi)’den daha iyidir.”1

Tirmizi ve Ebu Davud’da Abdullah (Radiyallahu anhu)’dan Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu:

“Sabah akşam -Kul hüvallahü ehad-ile//Muavvizeteyn”i üç kere okursan, her şeye karşı o gün bunlar sana yeter.”2

Egarri’l-Müzenî (Radiyallahu anhu)’dan Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki:
“Muhakkak ki, kalbime perde çekilir ve bu nedenle ben günde 100 kere Allah’u Teala’ya istiğfar ederim.” (estağfirul-lah elazim, derim.)3

1 Râmûz-ul Ehâdîs, Hadîs No: 140; Bu Hadis-i Şerifin diğer benzerleri için bkz: Buhârî, Ezan 155; Daavât 18; Müslim, Mesâcid 142. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 24.
2 Ebû Dâvûd, Edeb 101; Tirmizî, Daavât 116. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 1
3 Müslim, Zikir, dua ve istiğfar 12; Beyhaki, Şu’ab’ul-İman, (Mektebet’üş-Şâmile-2), Hadis No: 6764; Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, Hadis No: 884,879

Câbir (Radiyallahu anhu)’dan Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki:

“Kim günde bana 100 kere Salavât-ı Şerife getirirse Allah’u Teâlâ yetmişi ahiretten otuzu da dünyasına ait olan yüz ihtiyacını giderir.”1

Enes (Radiyallahu anhu)’dan Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki:

“Benim üzerime günde 1000 Salâvat-ı Şerife getiren kimse cennetle müjdelenmeden ölmez.”2

Tirmizi’de Mesleme bin Amr (Radiyallahu anhu)’dan nakledilen Hadis-i Şerifte o şöyle dedi:

“Ümeyr bin Hâni (Radiyallahu anhu), her gün bin secde yapar ve yüz bin teşbih çekerdi/’3

Ebu Nuaym’in naklettiğine göre, Ebu Hureyre (Radiyallahu anhu)’nun torunu, dedesi hakkında dedi ki:

“(Dedem) Ebu Hureyre (Radiyallahu anhu)’nun üzerinde, iki bin tane düğüm bulunan bir ipi vardı. O, on ikibin teşbih çekmeden uyumazdı.”4

1 Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadîs No: 5328.
2 Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2233.
3 Tirmizi, Deavet 25.
4 Ebu Nuaym İsfehani, Hilyetul Evliya ve Tabakatul Esf iya, I, 383.

Ebu Derdâ (Radiyallahu anhu)’dan Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki:

“Bir kul günde 100 kere -lâ ilahe illallah- derse muhakkak Allah’u Teâlâ, onu kıyamet günü yüzü ayın ondördü gibi olarak diriltir. Kişi için o zaman onun amelinden daha üstün bir amel gösterilemez. Ancak (lâ ilahe illallah zikrini) onun gibi ya da daha fazla söyleyenler başka/’1

Bu ve buna benzer yapılan tüm teşbih ve zikirler, S. Ku-tub’un “Tembellik çağının ürünleridir/’ dediği vird ve ev-radlardır. İşte tembellik çağı dediği çağ Ashabm yaşadığı bu dönem ile tasavvufun zirve yaptığı Osmanlı dönemi olup, tembellik diye kast ettiği ise bu tesbihat ve nafile ibadetlerdir.

(Seyyid Kutup Kimdir, İlahiyatçı Yusuf Özge)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu