Anasayfa Slider

ORGAN NAKLİ FACİASI

ORGAN NAKLİ

  1. Organ nakli konusunun dîni hükmü nedir?

Eski Diyanet İşleri Başkanlarından ve Fatih Medresesi müderrislerinden Ömer Nasuhi Bilmen, İlmihâl’inde özetle şunları kaydeder: İnsanların bedenleri ve organları hayatta da, öldükten sonra da hürmet edilmeye lâyıktır ve dokunulmazlığı vardır. Herhangi bir insanın herhangi bir organını, kendi hayatına ait bir zarûret bulunmaksızın haksız yere kesmek ve yarmak da haramdır ve suçtur.

İnsan, hürmete değer bir yaratık olduğundan onun organlarından hiçbiri ile koparılarak faydalanılamaz.[1]

Organlar üzerindeki tasarruf yetkisi yalnızca Allah (c.c.)’a aittir. Organ nakli, Allah (c.c.)’ın haklarından bir hakta onun izni ya da emri olmaksızın tasarrufta bulunmak olduğundan âlimler buna, haramdır demişlerdir.

Kur’an ve sünnette yer alan, insan bedeni ve kullanımıyla alakalı hükümlere bakıldığında, organ naklinin; şer’an haram olduğu görülecektir.

İnsanoğlu, emanet olarak taşıdığı bedeninde istediği tasarrufu yapma hakkına sahip olsaydı; intihar etmek de câiz olurdu. Hâlbuki Allahü Teâlâ insana, kendi hayatına son verme hakkı vermemiştir.[2]

  1. Zarûret hâlinde organ nakli câiz midir?

Zarûret denilen şey, zora düşen bir insan için geçerlidir ve onu kendini kurtarmak için haram olan bir fiîli işlemeye mecbur bırakır. Urve b. ez-Zubeyr (r.a.)’in hastalığın bütün bedenine yayılmasını önlemek için ayağını kesmesi ya da doğurmakta zorlanan bir kadının karnının yarılması suretiyle çocuğun çıkarılması durumlarında olduğu gibi… Ancak bu kavram, bazen yanlış kullanılmaktadır. (Mesela bazıları faizle borç para alıp bu parayla içinde oturmak için ev yaptırıyor ve ‘Ne yapalım zarûret hâli oldu.’ diyor. Hâlbuki oturulacak ev edinmenin bir alternatifi vardır, o da kirada oturmaktır. Bu ikisini iyi ayırt etmek gerekir.) İnsandan yapılacak organ naklinde iki taraf vardır: Verici ve alıcı.

Alıcının zarureti, verici için geçerli olmadığından sağlam bir insandan (vericiden) bir uzuv alınıp bir hastaya (alıcıya) nakledilmesi verici için zarûret değildir. Bilakis böyle davranılmakla sağlıklı bir vücuda zarar verilmektedir.[3]

“Bir böbreğin verilmesi veya karaciğerin bir kısmının verilmesi sorun olmuyorsa bunda ne sakınca olabilir ki?” denirse buna da cevaben deriz ki; bir tanesi aynı işi görüyorsa Cenab-ı Hakk, -hâşâ- diğerini fuzuli olarak mı yarattı. Nitekim şu vakıâ fuzuli olmadığının ıspatıdır:

19. Dönem Kayseri Milletvekili Seyfi Şahin’in yeğeni ve sarrâfiye sahibi genç iş adamı Selim Tekeli, karaciğerinin bir bölümünü donör olarak annesine verdikten kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu.”[4]

  1. Bilimsel olarak organ naklinin sakıncaları nelerdir?

Beyin Ölümü Yanılgısı

Günümüzde organ nakilleri, büyük ölçüde, ölüden değil; diriden yapılmaktadır. Bunun sebebi ise hasta öldükten sonra alınan organların kullanılamamasıdır. Burada diriden kast edilen, beyin ölümü gerçekleştiği iddia edilen ve yaşamsal faaliyetleri devam eden canlı kişidir.

Beyin ölümü, ‘hem tıp hem hukuk hem dîn’ açısında ölüm değildir. Hukuk açısı bir başka ayrıntı iken,  dîn açısından da ruh, henüz hastanın bedenini terk etmediği ve destek ünitesi ile bile olsa yaşam devam ettiğine göre, ‘tam ölüm’ gerçekleşmemiş demektir.

İngiltere’de Norfolk ve Norwich Hastaneleri uzman anesteziyoloğu Dr. Phillip Keep 19 Ağustos 2000 târihli Guardian gazetesine verdiği beyanatta beyin ölümü gerçekleşmiş kişinin organlarını alırken bıçağı vurduğunuzda nabız ve kan basıncı fırlar. Eğer hastaya anestezi vermezseniz hasta kımıldamaya başlar, kıvranır ve ameliyat etmek imkânsız bir hal alır demiştir.

Literatürde beyin ölümü teşhisi konulan hamile kadının aylarca bu durumda kaldığı ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirdiği ve beyin ölümü gerçekleşen bir çocuğun, yaşam destek makinesine bağlı olarak ve gerekli beslenmesi yapılarak 14 yıla kadar hayatta kaldığı rapor edilmiştir.

Beyin Ölümü Neyi İfade Eder

Kaliforniya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Pediatrik Nöroloji Profesörü Shewmon; beyin ölümü kriterleri savunucularının temel dayanaklarından birisi olan, beyinin bedenimizi bir arada tutan ana unsur olduğu iddiasının tamamen tartışmalı olduğu; çünkü beyin ölümünün bedenin dağılmasına neden olmayacağını, dolayısı ile klinik beyin ölümü durumunun ölümün biricik belirteci olarak tanıda kullanılmaması gerektiğini söylemiştir. Bedenimizi ‘bir arada tutan’ unsur, kalptir.

Beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organlar, esasında hâlâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alınmaktadır. Öyleyse, daha fazla organ kaynağı oluşturmak adına bu “varsayımsal” ölüm tanımından vazgeçilmesidir. Eğer beyin ölümünün mutlak ölüm olduğu varsayımına devam edilecek ve bu hastalardan organ alınmaya devam edilecekse en azından organ bağışı yapan kişilere ve kamuoyuna, onlara organları alınırken anestezi (ve analjezi) verilmesi gerektiği, aksi takdirde irkilme ve kıvranmanın söz konusu olacağı, nabız ve tansiyonlarının yükseleceği söylenmelidir. [5]

Hazret-i Âişe (r.anhâ) Vâlidemizden rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Ölünün kemiğini kırmak, onu (kişinin kemiğini) diri iken kırmak gibidir.”  (Ebû Dâvud 3207, İbn-i Mâce, 1616)

Ölüye bile cevaz verilmeyen muamelenin diriye yapılmasına hangi vicdan razıdır?

  1. Organ nakli, ömrü uzatır mı?

Ömrün ne kadar olduğunu, Allah (c.c.)’tan başkasının bilmesi mümkün değildir. Organ sorunu yaşayan bir kişi, ‘organ nakledilmeseydi ne kadar yaşayacaktı’ bunu da kesin bir şekilde bilmek imkânsızdır.

“Hanginizin amelinin daha güzel olduğu konusunda sizi denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O; yücedir, bağışlayandır.” (Mülk s. 2)

“Her toplumun belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ve ne de bir an öne alabilirler.” (A’râf s. 34)

İngiltere’nin organ nakli konusunda en bilinen kurumlarından Papworht Hastanesi’nde yıllar içinde 13 hastaya kalp nakli yapılmıştır. Bu hastalardan 9’u erkek, 3’ü kadındır. Nakiller sonrasında, yüzde 67’si yâni 8 hasta nakilden sonraki 1 yıl içinde ölmüştür. Üçlü tedavi yapılan tüm hastalarda, 1 yıl içinde ölüm oranı yüzde 17’dir. 7 hasta organ naklinden hemen sonra (0-17 gün için­de) ölürler. 3 hastada, hastaneden taburcu edildikten sonra geç dönemde greft yetmezliği gelişmiştir. Bir hasta 93. günde enfeksiyondan, bir hasta da reope-rasyondan 2 yıl sonra akut rejeksiyondan öldüler. Hastalardan birinde ise, 6 yıl sonra koroner ater hastalığına bağlı ciddî bir kalp yetmezliği gelişti. Bu hastaya yeni bir organ nakledildi.[6]

 

[1] Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s.164

[2] Muhammed Önder, İslâm’da Organ Naklinin Hükmü,

[3] Muhammed Önder,  İslâm’da Organ Nakli’nin Hükmü,

[4] http://www.habervaktim.com/haber/353111/anne-sevgisi-hayatina-maloldu.html

[5] Prof. Dr. Şahin AKSOY, Şanlıurfa Tabip Odası Başkan: http://www.medimagazin.com.tr

[6] W. Land J.B. Dossetor, Organ Naklinde Ahlak, Adalet, Ticaret, s. 310-311, Springer-Verlag Nobel Tıp Ltd.

[accordion style=”icons” align=”full”] [pane title=”Organ Naklinin Sakıncaları
Allâhü Teala insana, kendi bedeninden ya da bir başkasının bedeninden bir parçayı (uzvu) koparma, telef etme hakkı vermemiştir ve insana hür bir insanın bedeninin satılması veya satın alınması hakkını vermemiştir. İnsana bedeni üzerinde değişiklik yapma hakkını vermemiştir.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN. ” icon=”icon-book-open”] Dirinin ya da ölünün bedenleri üzerinde (şer’i izinler dışında) tasarruf hakkı vermemiştir. Hür bir insan alınıp satılan bir meta yapılamayacağına göre bu, insanın bedeninin mülkiyetinin insanın kendisine ait olmadığını gösterir. Buna göre Allâh (c.c.) insan bedenlerinin tamamının ya da bir kısmının hibe edilmesi hakkını da insanlara vermemiştir. Görüldüğü üzere Allâh (c.c.) insanlara; bedenlerinin mülkiyetini; onların bir kısmından feragat etme, satma zarar verme gibi hakları vermemiş üstelik bu fiilleri haram kılmıştır.

Organ nakli, bu haram fiilleri ihtiva eden bir ameliyeler bütünüdür. Organ naklinde zaruri organlar verilse; intihar fiili ile, hayat için zaruri olmayan diğer organlar verilirse; vücudun bir parça ya da uzvuna zarar vermiş olma fiili ile haramlık gerçekleşmiş olacaktır.

(MUHAMMED ÖNDER, İSLAM FIKHINDA ORGAN NAKLİNİN HÜKMÜ, S.33-34, 66-67, 80-81)

Kimin Malını Kime Veriyorsun?

İnsanın kendisini satması haramdır. Satmanın haramlığı hükmü; insanın bedeninin tamamına ya da bir kısmına sahip olmadığını ona böyle bir yetkinin Allâh tarafından verilmediğini ifade etmektedir. Allâh (c.c.) insana, hür insan bedeninin satılması hakkını vermemişse aynı şekilde hür insan bedeninin hibe edilmesi (bir başkasının mülkiyetine verilmesi) hakkını da vermemiştir. “Organ bağışlamak iyilik yapmaktır. İhtiyaç sahiplerine organ bağışında bulunulması şeriatın tavsiye ettiği bir tür sadakadır.” şeklindeki delillendirme hatalıdır. Zira Allâh (c.c.)’nun yasakladığı bir şeyle sadaka verilmez. Böyle bir sadaka olmaz. Bir şeyin aslı haramsa ona dayanılarak varılan teferruat da haramdır. Söz konusu meselede insandan bir uzvunun alınması asıldır. Ve bu da haramdır. Dolayısıyla da onun sadaka verilmesi ya da bağışlanması da aynı hükmü alır.

İnsandan yapılacak organ naklinde iki taraf vardır; verici ve alıcı. Alıcının zarureti verici için geçerli olmadığından sağlam bir insandan (vericiden) bir uzuv alınıp bir hastaya (alıcıya) yerleştirilmesi verici için zaruret değildir. Bilakis böyle davranılmakla sağlıklı bir vücuda zarar verilmektedir.

(MUHAMMED ÖNDER, İSLAM FIKHINDA ORGAN NAKLİNİN HÜKMÜ, S.33-34, 66-67, 80-81)

Organ Vermek İyilik midir?

İnsanın cesedinin sahibi kimdir? Organ naklinin çok büyük bir iyilik oldugu propogandası yapılıyor.
Kan nakli ile birçok hastalıklar da kişiden kişiye bulaşmaktadır. Hatta kan değişiminden sonra kişinin ahlâkının ve huylarının değiştiği bile gözlemleniyor. Bunların hepsini insanlara iyilik olarak naklediyorlar. “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûluh”denildiginde bir tercih yapılmış olunur ve bu tercihin şartlarına uyulması gerekir. Hakk Te’âlâ Hazretleri bu dünya hayatı boyunca ilk insandan son insana kadar kaç insan yaratacagını bilir mi? Tabi ki bilir ilm-i ezelisinde. Allâh (c.c.) bunların hepsine kaçar sene ömür vermiş bunları da bilir mi? Ecelin ne zaman gelecegini de bilir mi? Hükmünü koymuş mu? “Sizin eceliniz geldiginde ne bir saat ileri gider ne de bir saat geri kalır.” (Sebe s. 30) buyurmuş mudur? Tüm bunlara rağmen kan vermekle, organ nakli ile bir adamın ömrü mü uzatılacak?

(ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK, SOHBETLER, S.41-43)

İbadet Hükmünü Ancak Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) Koyar

Eski bir Diyanet İşleri Başkanı bunlar için ibadettir, diyor. İbadet Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’in tarif ettiği şeylerdir.

Bir şeyin ibadet olup olmama hükmünü Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’in dışında hiç kimse veremez. Hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur. Dört büyük halifenin hüküm verme hakkı vardır; zîra Resûlullâh (s.a.v.):“Râşid hulefâmın sünnetine ittiba edin.” buyurmuşlardır. Onların bile ibadet konusunda şöyle bir ibadet yapın deme hakkı yoktur. Şimdi organ ve kan bağışına ibadet diyenler bunu ne hakla söylerler.

(ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK, SOHBETLER, S.41-43)

Ölü, Kendisine Yapılan Müdahaleyi Hisseder

Organ, insan bedenini oluşturan şeyler ve onlardan neş’et eden şeylerdir, şeklinde tarif edilmez.
Organ; kesip kapatıldığında tekrar türemeyen vücut parçasına denilir. Dişler tırnaklar da uzuvdur. Sidik, gözyaşı gibi şeyler uzuv değildir. Saç uzuv değilse de kesilmesine cevaz verilmiş ama bir başkası tarafından kullanılması yasaklanmıştır. Etin de aynı kemik gibi uzuv olduğunun delili Ebû Hureyre (r.a.)’in naklettiği: “Kim mü’mine bir kadını azad ederse her uzvuna karşılık onun bir uzvunu Allâh cehennemden azad eder. O derece ki cinsel organına karşılık cinsel organını cehennemden azad eder.”hadîs-i şerîfidir.

Husyelerin nakledilmesi neseb karışmasına sebebiyet vereceğinden haramdır. İktidarsızlığın ya da kısırlığın tedavisi şer’î esaslara uygun bir metodla olmak şartıyla dinen uygun görülen bir iştir. “Ey Allâh’ın kulları tedavi olun Allâh ölümün dışında bütün hastalıklara çare yaratmıştır.” hadîs-i şerîfi buna delildir.

Vücuttaki arızalı organların işlevini görebilecek yapay bir organ edinilmesi caizdir. Sahabe’den Arfece b. Es’ad (r.a.)’in nakline göre Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine yapay bir burun edinmesi için izin vermiştir. Yine dişleri sağlık için altınla kaplatmanın cevazına dair rivâyetler vardır.

Organ naklini gerçekleştiren doktor da, organ bağışlayan da günahkardırlar. Doktor haram bir şeyle tedavi yaptığı için, organ bağışlayanda haram bir fiili işlediği için günahkardırlar.

İslami hükümlerin uygulandığı bir ülkede hâkim tarafından tazir edilirler. Bu fiilin ahirette ayrıca bir cezası daha vardır. Tevbe kapısı ise her zaman açıktır.

Öldükten sonrası için organlarını bağışlamak günahtır. Vasiyet ise şer’an geçersiz olup uygulanmaz. Mirasçıların ölünün bedeni üzerinde, organ bağışlamak gibi bir tasarrufa yetkileri yoktur. (Nakledilen organların kullanılabilmesi için, beyin ölümünün gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Bu ise tıbbî ölüm değildir. Nitekim beyin ölümü gerçekleşmiş bazı hastaların hayata döndükleri görülmektedir. Bu hayata dönmüş kişilerin organları alınmış olsaydı cinayet işlenmiş olurdu.)

Cenazenin morga kaldırılması caiz değildir. Aynı şekilde defnin geciktirilmesi de caiz değildir.

(Muhammed Önder, İslam Fıkhında Organ Naklinin Hükmü, s.33-34, 66-67, 80-81)

Beyin ölümü teşhisinde hata yapmak mümkündür. Örneğin Guillian Barre sendromu, hipotermi ve bazı ilaçlar ve toksinler beyin ölümü belirtileri verebilmektedir. Beyin ölümünün mutlak ölüm olduğunu savunan yazarlarının en temel savlarından birisi, beyinin bedendeki en üst düzenleyici olduğu, onun geri dönüşümsüz olarak hasarlanması ile yaşamın da sona ermiş olacağıdır. Oysa en az beyin kadar, kalp, karaciğer, böbrek ve diğer organlarda bedensel bütünlüğün ve hayatiyetin devamı için şarttır. Bunlardan her hangi birisinin ölmesi de diğer bütün organların iflası, dolayısı ile canlının hayatının sona ermesine yol açar.

Ancak kalp öldüğü zaman veya bedeni terk ettiği zaman beden ‘dağılır’. Mevcut pek çok bilimsel veri ile beyin ölümünün mutlak ölüm olmadığı son derece açıktır. Aslında beyin ölümü sadece, böbrek yetmezliği veya karaciğerin iflası gibi bir prognoz göstergesidir. Beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organlar, esasında hâlâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alınmaktadır. Öyleyse, daha fazla organ kaynağı oluşturmak adına bu “varsayımsal” ölüm tanımından vazgeçilmesidir. Eğer beyin ölümünün mutlak ölüm olduğu varsayımına devam edilecek ve bu hastalardan organ alınmaya devam edilecekse en azından organ bağışı yapan kişilere ve kamuoyuna, onlara organları alınırken anestezi (ve analjezi) verilmesi gerektiği, aksi takdirde irkilme ve kıvranmanın söz konusu olacağı, nabız ve tansiyonlarının yükseleceği söylenmelidir. (Prof. Dr. Şahin AKSOY, Şanlıurfa Tabip Odası Başkanı)

(Misvak ve Hacamat, Ömer Muhammed Öztürk, Misvak Neşriyat)

[/pane] [pane title=”BEYİN ÖLÜMÜ MESELESİ
Organ meselesiyle ilgili fikir beyan eden doktorlar, ‘bilim’ çevreleri, Diyanet yetkilileri ve Sağlık Bakanlığı hatta birtakım siyasetçiler hep işin olumlu boyutunu dile getirmekteler. Organ veren kişinin yaşayacağı risklerden, organlarımızı nasıl korumamız gerektiğinden, organ yetmezliğine yol açan nedenlerden, kullanılan ilaçların neden olacağı risklerden, ölüm teşhisinin bir an için olsun beyin ölümü teşhisinin gerçek ölüm olduğunu farz etsek bile hatalı bir teşhis olması ihtimalinden söz etmezler.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Bugüne kadar hep organ naklinin cazip yönleri anlatıldı, medya yoluyla gösterildi, izletildi. Oysa organ nakli ve beyin ölümü konularında her şey o kadarda tozpembe değil. Üstelik bu alana yönelik en güçlü eleştiriler de yine tıp camiasından geliyor. İşi komikleştiren bir başka yön ise “din” deyince öcü gibi bakanların, dindar görünce karalar bağlayanların beyin ölümü ve organ nakli meselesinde “fakih” kesilmeleri. Meğer korktukları ve öcü gibi takdim ettikleri din, ne de kutsal bir şeymiş! “Helâl ve temiz tüketmek istiyoruz” dediğinizde “Yiyeceğe de dini alet ediyorsunuz” diyenler, organ naklinde dini nasıl da amaçlarına alet ediyorlar. İslam’ı nasıl araçsallaştırma gayretkeşliğine soyunuyorlar. İşine gelince/sıkışınca dinden bahset, fırsatını buldun mu da “dinci” yaftasını yapıştır.

Oysa insan yerine tıbbı kutsayanların, din hakkındaki yargıları da kişisel, ekonomik veya siyasal çıkardan ibaret!

Peki, kaçımız küresel şeytanların üzerindeki senaryolarından haberdarız? Sizce bütün bunlar da “komplo teorisi” mi? Sahi bu iddianın sahipleri komplo ve teorinin bir araya gelmesinin ne anlama geldiğini biliyorlar mı? Keşke onlar haklı olsaydı. Keşke bütün bunlar bir hayal mahsulü veya rüyadan ibaret olsaydı. Bir küresel şeytanlık teorisi ise onu sadece teorisyenleri bilir. Komplo ise sahnelenmeye başlanmıştır. Komploya “komplo teorisi” demekle kişi sadece kendini kandırabilir.

İslam inancına göre, ecel kaderle ilişkili bir haldir. Kadere ait haller, birçok kişinin eksik bilgi ve yetersiz tefekkürü nedeniyle zihninde netleştiremediği bir alandır. Kader, kullarının davranışlarını önceden sınırsız ilmi ile bilen Allah’ın bilgisi dahilindedir. Allahü Teâlâ ecel konusunda şöyle buyurur: “Onların eceli gelince, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri geçerler.”45 Nahl Suresi, 61. “Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği zaman, artık bir an geri de kalamazlar, ileri de geçemezler.”46 Yunus Suresi. 49.
” Ruhun bedeni terk ederek, bedenin salt bir cesede dönüşmesi fıkhi anlamda ölümün gerçekleşmesi olarak da kabul edilir. Dünya Sağlık Örgütü 1950 tarihli kararında ölümü “yaşamın gerçek belirtileri sayılan kalp atışlarının ve solunumun durması” olarak tanımlıyor. Bu hâle de “biyolojik ölüm” deniliyor. İlk olarak 1968 yılında Rockefeller Grubu’na ait bir üniversite olan Harvardda ileri sürülen “beyin ölümü” kavramı, o günden bu yana bir türlü üzerinde uzlaşılamayan yeni bir tartışmaya yol açıyor.
Ancak bazı gelişmeler, çağımızın en tartışmalı konularından biri haline gelen “beyin ölümü teorisi”nin yakın gelecekte iflas etmesine yol açabilir. Halbûki bu konuda hayli ciddi gelişmeler var.

Gerçekte asıl tartışma, ihtilaflı alanların çokluğundan kaynaklanıyor. Yarım asra yakındır bu değişikliğe meşruiyet kazandırmak için çok büyük bir çaba sarf edildiğini de unutmamak gerek. Yeni hâle meşruiyet kazandırılma sürecinde bütün din adamlarına, özellikle de İslam fıkıhçılarına önemli bir rol biçildiğini iddia etmek pek de haksızlık sayılmaz. Önüne gelenin fetva ürettiği günümüzde, fetva verenlerin önemli bir bölümünün bilgi kaynağı olan profesyonellerin dini inancını, ahlakını, yalan söyleyip söylemediğini/adil olup olmadığını, belirli çevrelerin adamı veya sözcüsü olup olmadığını sorgulamadığı görülür. “Uzmanlar demişse böyledir” diyerek kestirip atıyorlar. Fetvalarına yönelik eleştirilere de tahammülleri yok ne yazık ki.

Prof. Dr. Şahin Aksoy’un Tespitleri

Prof. Dr. Şahin Aksoy, ’20. Yüzyılın en büyük yanılgılarından biri: Beyin Ölümü’ başlıklı yazısında ise şu101 tespitleri yapıyor:

Beyin ölümü kavramı, 1968 yılında başarılı kalp nakli ameliyatlarının yapılmasından sonra, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından ortaya atılmış ve bugün tıp çevreleri ve hükümetler tarafından hüsnükabul görmüş, 20. yüzyılın en büyük yanılgılarından birisi.

Beyin ölümü kavramının organ nakillerine “malzeme” sağlama ile yoğun bakımdaki belli hastaları “sessiz gemi’ye vakitsizce bindirme dışında hiçbir pratik faydası bulunmamakta.

Beyin ölümü teşhisinde hata yapmak mümkündür. Örneğin, Guillian Barre sendromu, hipotermi, bazı ilaçlar ve toksinler beyin ölümü belirtileri verebilmektedir.

Beyin ölümünün mutlak ölüm olduğunu savunan yazarların en temel savlarından birisi, beynin bedendeki “en üst düzenleyici” olduğu, onun geri dönüşümsüz olarak hasarlanması ile yaşamın da sona ermiş olacağıdır. Oysa en az beyin kadar, kalp, karaciğer, böbrek ve diğer organlar da bedensel bütünlüğün ve hayatiyetin devamı için şarttır. Bunlardan herhangi birisinin “ölmesi” de diğer bütün organların iflası, dolayısı ile canlının hayatının sona ermesine yol açar.

Kaliforniya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Pediatrik Nöroloji Profesörü Shewmon, beyin ölümü kriterleri savunucularının temel dayanaklarından birisi olan, beynin “bedenimizi bir arada tutan ana unsur” olduğu iddiasının tamamen tartışmalı olduğunu, çünkü beyin ölümünün bedenin “dağılmasına” neden olmayacağını, dolayısı ile klinik beyin ölümü durumunun, ölümün biricik belirteci olarak tanıda kullanılmaması gerektiğini söylemiştir. Bedenimizi ‘bir arada tutan unsur kalptir. Ancak kalp öldüğü zaman veya bedeni terk ettiği zaman beden ‘dağılır’.

Yıllar geçtikçe organa ihtiyaç duyanların sayısı ile organını bağışlayanların sayısı arasındaki farkın daha da açılması, bütün çabalara rağmen, ne dünyada ne de ülkemizde, insanların beyin ölümünü gerçek ölüme denk görmediğini, bu yüzden de organını bağışlamadığını göstermektedir. Avrupada organ bağışlama oranı yüzde 15-20 iken, Sağlık Bakanlığının verilerine göre, Türkiye’de yüzde l’dir.

2238 sayılı “Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun’un 5. maddesi “On sekiz yaşını doldurmamış ve mümeyyiz olmayan kişilerden organ ve doku alınması yasaktır” der. Ancak ülkemizde on sekiz yaşın altındaki beyin ölümü gerçekleşmiş kişilerin organları, bu yasağa rağmen, hekimlerin teşviki ve anne-babalarının onayı ile alınır ve medya da bunu çarşaf-çarşaf’ haber yapar.

Mevcut pek çok bilimsel veri ile beyin ölümünün mutlak ölüm olmadığı son derece açıktır. Aslında beyin ölümü sadece, böbrek yetmezliği veya karaciğerin iflası gibi bir prognoz göstergesidir.

Beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organlar, esasında hâlâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alınmaktadır.

Öyleyse, daha fazla organ kaynağı oluşturmak adına bu Varsayımsal’ ölüm tanımından vazgeçilmelidir. Eğer beyin ölümünün mutlak ölüm olduğu varsayımına devam edilecek ve bu hastalardan organ alınmaya devam edilecekse, en azından organ bağışı yapan kişilere ve kamuoyuna, onlara organları alınırken anestezi (ve analjezi) verilmesi gerektiği, aksi takdirde irkilme ve kıvranmanın söz konusu olacağı, nabız ve tansiyonlarının yükseleceği söylenmelidir. Aksi takdirde, organlarını başkalarının yaşamını kurtarmak için verme fedakârlığında bulunan bu insanların uygun şekilde bilgilendirildiğinden söz edilemez. Bu haksız bilgilendirmeme ve samimiyetsizlik devam ettiği sürece, insanların gönül rahatlığı ile organlarını bağışlamalarını beklemek boşunadır. Sağlık Bakanlığının hazırlık içinde olduğu yasa değişikliği de toplum nazarındaki şüpheleri artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.

BEYİN ÖLÜMÜ TEŞHİSİNDE HATA MÜMKÜN MÜ ?

Tanı kriterleri ihmal edilir veya reddedilebilir veya hem gözlem, hem de yorumlama hataları yapılabilir.

Bunlardan birisi, serebral olarak oluşan bazı hareketlerin yanlışlıkla spinal refleksler olarak değerlendirilmesidir.

Bir diğeri, apne testinin yapılmamasıdır.

Beyin sapının fonksiyonel durumunu değerlendirmede apne testinin en önemli basamak olduğunun farkında olunmaması veya sürekli şuursuzluğun ölüm kararı vermede yeterli olacağı inancı ya da sürekli şuursuz kişinin ölümünden de kötü halde olduğu inancı apne testinin yapılmamasına neden olabilir.

İlk bakışta o veya bu nedenle apne testinin yapılmaması, organ nakli için beyin ölümü kararı verilen merkezlerde, giderek imkânsız hâle geliyor gibi görülebilir. Bununla beraber pek çok yayın tersini iddia etmektedir. S.J. Youngner ve arkadaşlarının, 195 klinisyen ve hemşire ile yaptığı araştırmada, katılanların sadece yüzde 33 nün beyin ölümü kararı için tıbbi ve hukuki kriterleri doğru olarak bildiği görülmüştür.

Daha da vahimi, katılımcılar ‘beyin ölümü’ ve ‘bitkisel yaşam’ ayrımı hakkında ciddi kararsızlığa düşmüşlerdir. Yaklaşık yüzde 20’si beyin ölümü kavramını şuursuz ancak beyin sapı reflekslerinin korunmuş olduğu hastalar için kullanmaktadırlar. Bu araştırma, organ nakli klinisyenlerinin yüzde 38’inin sürekli şuursuzluğun beyin ölümü tanısı için yeterli olacağını düşündüğünü göstermiştir.

Araştırmaya katılanların yüzde 36’sının ise sürekli şuursuz, fakat nefes alabilen hastaların gerçekte ölü olmadığına, ancak yaşam kalitelerinin katlanılamaz derecede kötü olmasının ölüm kararı verilmesine yeterli olduğuna inandıklarını ortaya koymuştur.

Daha yeni ve geniş katılımla yapılan bir diğer çalışmada ise sağlık çalışanlarının yüzde 66’sının, bitkisel yaşamdaki kişilerin organ transplantasyonu için kullanılmasının etik olduğunu düşündükleri, yüzde 20’sinin böyle kişilere ‘lethal injeksiyon’122 verilmesini etik buldukları görülmüştür. (Allahım sen koru bizi!)

122 1977’den beri Amerika’nın idam cezası uygulayan 38 eyaletinin 37’si tarafından kabul görmüş ve uygulanan 3 aşamalı bir idam biçimidir. Uygulama mahkûma şınnga yoluyla aniden fazla miktarda zehir enjekte edilmesi olarak da tarif edilir, ilk aşamasında çok güçlü bir uyuşturucu verilir, mahkûm birkaç saniye içinde kendini kaybeder ve bayılır. Hemen akabinde kalp dışında tüm vücudu felç eden bir kimyasal verilir, en son olarak da kalp durdurucu bazı kimyasallar verilir ve mahkûm kalp krizi sonucu ölür.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”ANESTEZİ YAPMADAN ORGAN ALINMAYA ÇALIŞILIRSA NELER OLUR?
Her ne kadar ‘beyin ölümü’ denerek ölüm hali içine dahil edilse de beyin ölümü gerçekleştiği rapor edilen kişi henüz diğer yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilir. Bu nedenle de nefes alıp verme, beslenme ve dışkı faaliyeti sürebilir. Dolayısıyla beden canlıdır ve acıyı duymaktadır. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi ‘beyin ölümü’ tanısı konmuş ve anestezi yapılmadan organ nakli için masaya yatırılmış bir kişi doktorun bıçak darbesi ile kendine gelmiş ve acıya tepki vererek doktoru yaralamıştır.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Bu metin beyin ölümünü, ‘beynin fonksiyon yapmaması, solunum ve dolaşımın ancak suni araçlarla devam ettirilebilmesi ve bu araçlar kullanılmadığı takdirde bu fonksiyonların tamamının durması olarak tanımlıyor. Ancak burada araçlar kullanılmadığı takdirde kişinin ölüp ölmediğinin nasıl bilineceği şimdi olduğu gibi bir muammadır ve bir varsayımdan ibarettir. Kişinin cihazdan çıkarıldığından öleceğini öngörmek, ‘gaybı bildiğini’ iddia etmek kadar iddialı bir yaklaşım olsa gerektir. Oysa dünyada destek üniteleri kapatıldığında hayata dönen birçok örnek var

ÖLÜ, ÖLMEMİŞSE!

Ölüm, her canlının başına bir kez gelebilen bir hakikattir. Bunun nasıl bir hâl olduğunun tecrübe edilmesi ve kâmil manada tarifi imkânsızdır. Hz. İsa ve Hz. Peygamber zamanındaki mucizevi bazı örnekler hariç, gerçekte ölüp de geri dönen olmadığı için, ölüm anında yaşananların bilinmesi de mümkün olamamaktadır. Ancak ölmekte olan bir kimsenin fiziki olarak yaşadığı değişimi, yani insanın dünya hayatındaki son anlarını bir nebze gözlemlemek veya bazı teknik aletlerle ölçümlemek mümkün olabilir.

Sekerât veya ‘sekerâtü’l mevt’ hali denilen ölüm sürecinin başladığı evreler de, insanın ‘can çekişme süreci’ olarak tanımlanır. Bu hâl başladığında kişi dalgınlaşıp, bilincini kaybeder, henüz yaşasa bile artık dünya ile bağlarını koparma sürecine girdiğinden tarifi güç bir anı yaşamaktadır. Bu anın kimileri için kolay, kimileri için zor geçirildiği, kişinin yaşadığı değişimden de hissedilebilir. İlk olarak dışa, yukarı veya tavana bakıyormuş gibi bir hal alarak, görme yetisini kaybeder.83 Gözakı ve göz kenarlarında yapışkan bir sıvı toplanır. Sonra da işitme duyusu kaybolur. Refleksler ortadan kalkar. Alından soğuk iri taneli terle84 birlikte son bir gözyaşı damlası gelebilir, kişi ağlıyor gibidir. Nabız iyice uzaklaşarak, kaybolan bir ses gibi zayıflar. Kalp sesleri duyulamaz bir hal alır. El ve ayaklar soğur. Buna mukabil, can çekişen kişinin iç harareti 43° dereceye kadar yükselir. Ağız, burun ve alt organlardan boşaltımlar olur ve netice itibariyle ölüm husule gelir. Nabzın kesilmesi ve ölümün gerçekleşmesiyle birlikte vücudun ısısı hızla düşer, beden gerçek rengini kaybederek, soluk bir hal alır, kaslar kaskatı kesilir, kan vücudun alt bölgelerinde toplanır. Bu hâl, ruhla bedenin bağlarının tümüyle koptuğunu gösterir.

Klinik ölüm de denilen beyin ölümü halinde bunların hiçbiri yaşanmaz.” Çünkü henüz yaşam devam etmektedir. Dünyada, dolaşım ve nefes alma fonksiyonları geriye döndürülmez bir şekilde durduğu zaman söz konusu kişi ölü kabul edilir. Bizde de farklı değildir. Ancak beyin ölümü tanımıyla durum hayli değişmiştir. Bitkisel hayatı ölüm sayan 2238 sayılı kanun teklifini veren milletvekili ve senatörler de gayet iyi biliyorlardı ki, bitkisel hayatta durum çok daha farklıdır. Bitkisel hayatta beyin, faaliyetlerine devam etmektedir. Kişi görmüyor, duymuyor veya durumunu arz edemiyor olabilir. Fakat bazıları, konuşamadığı halde konuşulanları işitiyor bile olabilir. Buna mukabil, solunum ve sindirim sistemi çalışmaya devam eder. Yani yaşadığına dair hiçbir şüphe söz konusu değildir.

Ölüm bazı kimseler için bir anlık, hiçbir acının hissedilmediği bir hal olarak, bazılarında ise zor bir çaresizlik hali olarak bedenine ve tavırlarına yansıyan ağır bir ayrılıştır. Bazı çalışmalarda, ölüm halinde insanın neler yaşadığı anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu çalışmalara göre bazı kişilerde ölüm hali boğulma gibi bir hısle veya çok şiddetli acılara yol açan bir yanma hissiyle beraber gelir.

83 Ebu Hureyra (r.a.) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v): ‘insan öldüğü zaman gözleri nasıl belerip kalıyor, görmez misiniz?’ buyurmuştu. Cemaat: ‘Evet, görüyoruz!’ dediler. Bunun üzerine: “İşte bu, gözünün, nefsini (çıkan ruhun) takip etmesindendirl” buyurdular.” [Müslim, Cenaiz 9/921] Muhaddisler Bu hadisteki ruhla nefsin aynı şey olduğunu ifade etmektedir. Çünkü ölünce bedenden çıkan şey ‘nefis’ kelimesiyle ifade edilmiştir. Kaldı ki Ümmü Seleme’den (r.a.) gelen şu rivayet bunu teyit ediyor. “Rasülullah (s.a.v.) Ebu Seleme (r.a.) vefat ettiğinde yanına girdi. Ebu Seleme’nin gözleri açık kalmıştı, onlan kapattı. Sonra: “Ruh kabzedildi mi göz onu takip eder” buyurdu. Sonra ilave etti: “Allahım, Ebu Seleme’ye mağfiret buyurl..” [Müslim, Cenaiz 7/920; Tirmizi, Cenaiz 7/977; Ebu Davud, Cenaiz 19-21/3115-3118; Nesâi, Cenaiz 3/4-5] Buradan beyin ölümü veya bitkisel hayattaki kişilerde ruhun bedeni terk etmediği sonucuna gitmek mümkündür. Bu vesileyle şunu açıkça belirtebiliriz ki; ölüm haliyle ilgili Hadis-i Şerifler ya da bu konuda yazılmış eserleri okuduktan sonra kişinin halen hayata devam eden bedenin öldüğünü iddia etmesi mümkün olmaz. Çünkü beyin ölümü denilen haldeki bir insanın bedeninde gerçek ölüme dair hiçbir emare görülmez.

84 Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Mümin alnının teriyle ölür.”
[Tirmizi, Cenaiz 10/(982; Nesâi, Cenaiz 5-4/6] Bazı âlimler “Alın teri, Müminin ölüm anında mâruz kaldığı şiddetten hâsıl olur” demiş. Müminin üzerinde kalan günahı sebebiyle ölüm anında, terletici şiddetli bir sıkıntıya maruz kalacağı ifade edilir. Ancak bu hadise kaynak gösterilememiştir. Bazı âlimler ise “Alın teri hayadan hasıl olur. Şöyle ki: Mümin, günahlar işlemiş olmasına rağmen kendisine müjde gelince, bundan, Allah’a karşı bir utanma ve istihya duyar, böylece alnında ter hasıl olur” demişlerdir.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=” ‘BEYİN ÖLÜMÜ’ RAPORU VERİLİP HAYATA DÖNENLER
Beyin ölümünü, tam ölüm gibi görmek isteyen tarafların tamamına yakını, aksi yöndeki deliller veya tartışmalara kulak asmadan, beyin ölümü gerçekleşen kimselerin hayata geri dönmediklerini iddia ederler. Sizinle bu mevzuda, Amerika’dan bir olayı, Christina Nichole’un başından geçen çarpıcı bir hikâyeyi paylaşmak isterim. Nichole hikâyesini şöyle anlatıyor:
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] “Komaya girmeden 13 ay önce, migrenden kaynaklanan baş ağrılarım için reçete ile verilen Zyprexa ilacını kullandım. Bir grup doktor, ‘beyin ölümümün gerçekleştiğine dair rapor’ vermiş ve benim yaşam destek makinemin kapatılması konusunda ailemden onay istemişler. Ailem onlarla tartışmış ve yaşam destek ünitesinden çekilmemem için karşı çıkmış. Komamın 10. gününde olaya tanıklık edenlerin önünde, doktorun elini sıkmışım ve artık beyin ölümü olduğuna dair bir şey söylememişler. Ailemin elini tutuyormuşum, gözlerimi kırpıyormuşum ve doktorlar da bunun sadece ‘ilkel refleksler’ olduğunu ve bir şey ifade etmediğini belirtmiş.

Avukat aracılığıyla elde edilen tıbbi kayıtlarımın fotokopisi sayesinde, doktorların bazı testler yaptığını ve bu testlerin beyin hasarı olmadığını, beynimin normal olduğunu, beyin ölümüne ilişkin hiçbir belirti olmadığını ortaya koyduğunu öğrendik. Aileme yalan söyleyip, sonuçları onlardan sakladılar. Aileme de beyin ölümümün gerçekleştiğini bildiklerini ve bu testlerin yapılmasına gerek kalmadığını söylemişler. Eğer ailem beni yaşatmak için direnmeseydi, bedeni mi öldürmeden önce, organlarımın ve vücudumun diğer bölümlerinin alınması için ailemden ‘hiç olmadıkları kadar sempatik bir şekilde’ onay isteyeceklerdi.

Beyin ölümüm gerçekleşmemişti, etrafımda olanların farkındaydım.Kulak zarıma soğuk su dökülmesi, gözlerimin kontrol edilmesi ve de göğüs kemiklerimin arasına parmaklarıyla sert bir şekilde bastırmalarını fark ettim. Ailemle tartıştıklarını ve beni öldürme planlarını duydum.”85

Christina’nın annesi Judy ise şunları anlatıyor: “Kızım 15 Temmuz 2004 tarihinde, hipoglisemik vakanın ardından komaya girdi. Tüm organları iflas etti ve bize beynin ciddi bir şekilde oksijensiz kaldığı söylendi. Yaşam destek ünitesine koyuldu ve beyin hasarı olduğu, beyin sapının alt kısmında küçük bir bölümün dışında beyin Ölümünün gerçekleştiği söylendi. Akut Respiratuar Distres Sendromu, akciğer iltihabı, kan zehirlenmesi, stafilokok ve yaşamı tehdit eden diğer enfeksiyonlar yaşadı. ‘İyileşme şansının sıfır olduğu’ söylendi. Altıncı günde, yaşam destek ünitesinden çekilmesine izin verip vermediğimiz soruldu. Bu esnada da, Akut Respiratuar Distres Sendromu, akciğer iltihabı, kan zehirlenmesi ve enfeksiyonlar gibi organ yetmezliğini atlatmıştı ve biz de 32 yaşındaki kızımızdan yapılacak olan organ bağışını tekrar düşünmek zorundaydık.

Doktorlar, onun bu şekilde gitmesine’ (yaşam destek ünitesinden çekilmesi) izin vermezsek, geriye kalan büyün hayatı boyunca bitkisel hayatta olacağını söylediler. Aynı sabah, Christina, benim talimatım üzerine gözlerini kırparak bana küçük bir yanıt verdi. Biz de onların yaptıkları testlerin objektifliğine inanmadık. Elektroensefalografı, bilgisayarlı tomografi ve MR gibi yapılan teşhis ve tahlillerin raporlarını talep ettik. Fakat taleplerimiz reddedildi ve de doktorlar tarafından zaten sonucu bildikleri ve onun artık gittiği ve asla geri gelmeyeceği’ söylendi. Yanılıyorlardı! 2 yıl sonra öğrendik ki çekilen bilgisayarlı tomografide sonuçlar normalmiş. Neden bize gerçeği söylemeyi reddettiler? Kızımın Öldüğünü söyleyerek fişten çekme işlemleri için neden belgeleri imzalamamız için ısrar ettiler? Bize yalan söylediler. Onlar bize karşı tepkili ama biz de karşı koyduk. Allah’a şükürler olsun!”

85 http://psychroaches.blogspot.com/2009/04/17-of-23-psych-drugs-cause-brain-death.html

Beyin ölümü teşhisi konup sonrasında hayata geri dönen vakalarla ilgili pek çok örnek var.

Bir başka ilginç vakayı ise Kanadalı bir anne şöyle naklediyor: “Oğlumuzun organ alımı işlemleri sırasında anestezi kullanıp kullanmadıklarını öğrenmek için, organ alma ekibini aradım. Bize eğer anestezi gerekseydi, oğlumuzun beyin Ölümünün gerçekleşmemiş olacağını söylediler. Bu durum da, Kanada yasalarına göre yasa dışı olan ötenazi olarak ele alınmaktadır. Bu işlem boyunca, hastaların tepkisini, tavuğun kafası kesildiğinde gösterdiği harekete benzer şekilde bir tepki gösterdiklerini itiraf etmişlerdir. Bu benzetmenin nasıl olduğunu tahmin edebilirsiniz. Organ nakline ihtiyaç duyan insanları anlıyorum. Yukarıdaki bilgiler, herkes tarafından bilinir hale geldiğinde, organ nakli sayısı üzerindeki etkisini de tahmin edebiliyorum. Bir ebeveyn olarak, farkında olmadan, oğlumu bu bilinmez acıya maruz bıraktım. Kasıtlı bir şekilde kandırıldığımızın farkındayım. Yasal yollarla bu işin peşine düşmeme sebebim ise, bunun diğer aile fertleri üzerinde tahrip edici izlere bırakacak olmasıdır. Fakat durum gelecek birkaç yıl içinde değişecek. Değiştiğinde de, bu durum için görüşmelerde bulunmayı planlıyorum.”86

Görüldüğü gibi beyin ölümü ille de “gerçek ve tam” ölüm anlamına gelmiyor. Ayrıca beyin ölümü tanısının kesinliği ve geri dönülmezliği de apaçık su götürür nitelikle.

Yıllar önceki konuya dair yazılarımdan birinin başlığı “Ya da çıkmadık candan ümit kesmek” idi. Bu tür yazılarımın ardından “beyin ölümü” kavramını savunan bir doktorla e-posta yazışmalarımız başladı. Kendisine “Peki siz organlarınızı bağışladınız mı?” diye sordum. Bu konularda konuşanların çoğu gibi “hayır” cevabını verdi.

Yazısına “Ölü bedenler kamu malı olmalı” başlığını tercih eden Prof. Dr. Şahin Aksoy, “Yaklaşık 40 yıl önce Harvard Tıp Fakültesi’nde ‘icat edilen’ ve bütün dünyada kabul gören ‘beyin ölümü’ kavramı ile birlikte terk edilen -veya ihmal edilen- yapay organ ve hayvandan organ nakli çalışmaları ile gözler, beyin ölümü gerçekleşmiş insanların organlarına dikilmiş oldu. Fakat en gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere, insanlar bir türlü beyin ölümünün gerçek Ölüm olduğuna inandırılamadı. İnananların
Ayrıca bir de “Benim de büyük ölçüde katıldığım” diye başlayarak İngiliz Biyoetik Uzmanı Prof. John Harris’in aklı dumura uğratan görüşlerini naklederek, 2388 sayılı kanunu ilk teklif eden AP-CHP ve MHP’liler ile son beş yılda birkaç kanun teklifi veren CHP’lileri bile kıskandıran öneriler getiriyor.

86 www-hsc.usc.edu/-mbernste/ethics.braindeath.html (Daha fazlası için bu linke bakınız)

BEYİN ÖLÜMÜ NAKİLLERİ CANLIDAN YAPILAN NAKİLLER SAYILMALI

Prof. Aksoy bu kez şunları kaleme aldı: “Amerika’da Zack Dunlap adındaki 21 yaşındaki bir genç geçirdiği kaza sonucunda ‘beyin ölümü teşhisi’ konularak organları alınmaya hazırlanırken hemşirenin koluna sarılmış ve hayata dönmüş. Ben ‘Beyin ölümü gerçek ölüm değildir, sadece ölüme giden yolda bir aşamadır’ dediğimde, bana söylemediğini bırakmayanların kulaklarını çınlatmak istedim. Bu sözlerin yazarı beyin ölümünün kişinin gerçek anlamda öldüğü anlamına gelmediğine, dolayısıyla da onlardan alınan organların da aslında canlıdan yapılan organ nakli sınıfına dahil edilmesi gerektiğine inanmakta.

Orijinali, Amerikan NBC Televizyonu tarafından yayınlanan, daha sonra Associated Press ve Reuters tarafından yine aynı mahreçle servis edilen ve ülkemizde de sadece birkaç internet haber sitesi ve bir televizyon kanalı tarafından verilen 21 Kasım 2007 tarihli bu haber, benim, ‘Beyin Ölümü Gerçekleşmiş Kişilerden Organ Naklini Destekleyenler Cephesi’nin (BÖGKON-DC) yalnızca ulusal değil, uluslararası düzeyde de ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha görmemi sağladı. Bu olay, yalnızca BÖGKON-DC’nin güçlülüğünü değil, aynı zamanda ülkemizde ve dünyada, medyadaki sağlık editörlerinin ne kadar ‘seçici’ -yoksa ‘ayrımcı’ mı demeli- davrandığını da ortaya koydu.

Haberi kısaca özetlemek gerekirse; ABD’de 17 Kasım 2007 Cumartesi akşamı saat 19:30’da geçirdiği trafik kazası sonrası Texas VVichita Falls Hospital’a kaldırılan 21 yaşındaki Zack Dunlap, iki gün kaldığı yoğun bakım ünitesinde yaşam destek ünitesine bağlanır. Ancak doktorlar, pazartesi sabahı saat 11:30’da genç adamın yaşama savaşını kaybettiğine ve beyin ölümünün gerçekleştiğine karar verir. Ailesinin de onayı ile hemşireler Dunlap’ı organ bağışı için hazırlamaya başladığı sırada ‘ölü’ olduğu söylenen Dunlap bir ‘kendini bilmezlik’ yapar ve hemşirenin koluna yapışıp gözlerini açar. Hastanede bir yetkili verdiği beyanatta; ‘Hemşire de çok şaşırmış. Dunlap aniden koluna yapışmış’ der. Hastayı muayene eden doktorlar, gencin bilincinin açık ve hayatta olduğunu görür. Yeniden tedavi altına alınan Dunlap’ın sağlık durumunun her geçen gün daha iyiye gittiği belirtilir. Daha sonra, ‘Bu iş nasıl oldu?’ diye sorulan bir hastane yetkilisi, kendince durumu kurtarmak için olsa gerek, tarihi bir söz söylemiş ve ‘Muhtemelen cihazlarda bir arıza vardı’ demiş. Ne demişler, ‘Mazereti kabahatinden büyük.’

HAYATA DÖNÜŞ HİKAYELERİ

Bir örnek de Danimarka’dan: Doktorlar, 3 gün yoğun balamda kalan 20 yaşındaki genç kızın beyin ölümünün gerçekleştiğini rapor eder. Bunun üzerine aile kızlarının organlarını bağışlar. Organları alınmak için yaşam destek ünitesinden çıkarılan Danimarkalı Melchior, gözlerini açıp bacaklarını kıpırdatır. O günden sonra hızla iyileşmeye başlayan genç kız şimdi yürüyor, koşuyor hatta ata bile binebiliyor. Yaşadıkları, “Ölmeyen Kız” adlı belgesele konu olan Carina Melchior’un ailesi ise doktorlara dava açtı.94

Paris’teki Pitie Salpetriere Hastanesinde yatan 45 yaşındaki erkek hasta için, doktorlar beyin ölümünün gerçekleştiğine karar verilmesi üzerine ailesinden organ nakli için onay alırlar. Ameliyat masasına yatırılan ve anestezi yapılmadan organları alınmaya çalışılan adamın ilk neşter darbesini almasının ardından makine yardımı olmadan yaşadığı görülür. Hemen yoğun bakıma alman hasta, birkaç hafta sonra konuşmaya ve yürümeye başlar.95

İngiliz aile, beyin ölümü gerçekleşen oğulları Daniel’le ilgili, doktorların ‘umut yok’ dediği için yaşam destek ünitesi fişinin çekilmesini kabul ederler. Fişi çekilen Daniel, altı saat sonra parmağını oynatıp yaşadığını gösterir.96

26 yaşındaki genç Nick Verron, geçen yıl 4 Temmuz’da Dorset, Bournemouth’da saldırıya uğramış ve başına tornavida saplanmış. Verron, o zamandan beri komada bulunuyordu. Beyin ölümü gerçekleşen Verron, yaşam destek ünitesinin kapatılmasından sonra uyandı. Nick Verron, annesinin vedasının ardından makineden bağımsız olarak nefes almaya başladı. Vernon, birkaç hafta içinde gözlerini açtı ve tekrar oturup, konuşmaya başladı ve şimdi tekerlekli sandalyede yaşıyor.97

Avustralyada ikamet eden Kıbrıslı Türk ailenin 2 yaşındaki oğlu Ethan, menenjit hastalığına yakalanır. Durumu giderek ağırlaşan Ethan, yaşam destek ünitesine bağlanır. Doktorların ‘yaşaması imkânsız’ dedikleri Ethan’ın fişi çekilir, ancak çocuğun gözleri açılır, kulakları duymaya başlar.98

Geçirdiği trafik kazası sonrasında, yaklaşık 1 ay yoğun bakımda kalan ve beyin ölümü gerçekleşti raporu verilen Kastamonulu Hamdi Mantar’ın yaşam destek ünitesinin fişi çekilince normal hayata döndü. Tedavisi tamamlanan Mantar yürüyerek evine döndü ve yaşamına devam ediyor.99

94 www.haberturk.com/saglik/haber/786631-olmeyen-kiz
95 www.haber7.com/haber/20080613/Organlari-alinirken-hayata-dondu.php
96 http://arsiv.sabah.com.tr/2007/03/26/dun103.html
97 www.haberturk.com/yasam/haber/507070-fisi-cekildi-hayata-dondu
98 www.aktifhaber.com/olecekdeyip-fisini-cektiler-olmedi-64072h.htm
99 www.haberler.com/yasam-destek-makinasinin-fisi-cekildikten-sonra-haberi/

Bu trajik olaylara daha birçok örnek ekleyebiliriz. Şimdi ise Türkiye’den bir örnek nakledelim. Batmandaki bir saldırıda ağır yaralanan emniyet mensubu Âdem İ.’nin beyin ölümü gerçekleştiği ve şehit olduğu açıklanarak yaşam destek ünitesinden fişi çekilir. Beyin ölümü gerçekleşenler bir daha geri dönmez sabit fikri bir kez daha iflas eder. Âdem İ.’nin fişler çekilmesine rağmen yaşam fonksiyonları devam eder.100 Sonrası mı? Habere göre, komiserin tedavisine devam kararı alınır. Peki, sonuç ne olmuştur? Biz de merak ettik ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne müracaat edip, bu memurun sağlığına kavuşup kavuşmadığını sorduk. ‘Evet, kavuştu veya ‘hayır, maalesef kavuşamadı’ demek zor olsa gerek, EGM, bilgi veremeyeceğini belirtti.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”BEDEN KABUL ETMİYOR
Başka bedenlerden alınan organlar, nakledildikleri bedende yaşayamazlar.

Bedenin diğer organı kabul etmesi için mutlaka ‘uyumlaştırıcı ilaçlar’ kullanılır. Yani organ nakledilen kişinin bedeninin kendine ait olmayan organı kabul etmesi için, bir başka deyişle sana ait olmayan organın sana ait olmadığını unutturmak için uyumlaştırıcı ilaçlar kaçınılmaz bir zorunluluk. Böylece kişi ömür boyu pahalı ilaçlara mahkûm edildiği gibi, nakil alan kişinin doğal savunma sistemi, bağışıklığı da devre dışı bırakılır. Sonuç mu? Nakil alan kişi hem daha kolay hastalanır, hem de ilaç endüstrisinin bağımlısı, başka bir ifadeyle hatırı sayılır bir müşterisi yapılır. Türkiye gibi ülkelerde ise fatura devlete, dolayısıyla toplumun tümüne kesilir.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Bugün bazıları için insan vücudu sadece bir “yedekparça deposu’dur” Kimileri “Şu sağlam adam ölse de sırada organ bekleyen hastalara kalbini, ciğerini, böbreğini, midesini, gözünü, kulağını, yüzünü, elini, kolunu, hatta cinsel organını bir nakletsem” diye bekliyor da olabilir.

ORGAN NAKLİNE BAĞLI İLAÇ BAĞIMLILIĞI

Organ nakli olanlar hayatlarına eskisi gibi devam edebilirler mi? Eğer aklınızdan ‘Evet’ cevabı geçiyorsa büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. Son yıllarda organ nakli konusunda haberlere en çok konu olan Akdeniz Üniversitesinin organ nakli sitesindeki ‘Organ Nakli El Kitabı’nda konuya dair ilginç bilgiler yer alıyor. Kitapçığın ‘Organ nakli hastalarında kullanılan ilaçlar’ başlığında büyük harflerle “Unutmamalısınız ki; yanlış ve eksik ilaç kullanımı sizi ve takılan organınızı riske sokabilir” uyarısını görüyoruz.

Kullanılması gereken ilaçlar hakkında bilgilere de yer veren kitapçıkta devamla şu uyarılar yapılıyor: “Nakil sonrası takılan organ vücudunuzda çalıştığı sürece ömür boyu ilaç kullanmanız gerekmektedir. Ameliyattan sonra ilk 6 ay bu ilaç kullanımı yoğun olmaktadır. Organların ret olmaması için, 2’li ve 3’lü ilaç kombinasyonları tercih edilmektedir.” Bu uyarının ardından ise şu ilginç liste sıralanıyor: “Size önerilen ilaçların adını ve ne amaçlı kullandığınızı, ilaçlarınızı ne zaman ve ne şekilde alacağınızı, ilaçlarınıza ne kadar süre devam edeceğinizi, ilaçlarınızın yan etkilerini, bir dozu almayı unutursanız ne yapmanız gerektiğini, ilaçlarınızı hangi sıklıkla yazdırmanız gerektiğini, ilaçlarınızı nasıl temin edeceğinizi, ilaçlarınızı alırken yapmamanız gereken şeyleri bilmek ve uygulamak sizin görevinizdir.”

Elbette üzerinde çokça düşünülmesi gereken doğru uyarılar bunlar. Fakat en dikkat çekici “uyan” bunlar değil, bu ilaçların ‘ömür boyu’ kullanılmasının zorunlu olmasıdır! Çünkü başka bedenlerden alınan organlar, nakledildiği bedende yaşayamazlar. Bedenin diğer organı kabul etmesi için mutlaka ‘uyumlaştırıcı ilaçlar’ kullanılması bir zorunluluktur. Vücudun kendine yabancı olarak kabul ettiği organ veya dokuyu reddetmesine tıp dilinde ‘rejeksiyon deniliyor. Bu risk sadece nakil sürecinde yaşanmıyor, nakledilen organ vücutta kaldığı sürece de devam ediyor. Çünkü bedenin muhafızları olan akyuvarlar kendi bedenine ait olmayan bu organla da savaşa girişir.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”SAVUNANLAR, KENDİLERİ BAĞIŞLIYOR MU?
Kalbi çarparken ve solunum hareketlerini gözlerken, ‘Annenizin, babanızın, çocuğunuzun, eşinizin, kardeşinizin beyni öldü, organlarını verir misin?’ denildiğinde, insanlardan ‘Ha öyle mi, alın tabii’ hatta ‘Ne duruyorsunuz, daha almadınız mı?’ diye bir cevap bekliyorlar.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] İşi en ilginç kılan ise, organ isteyenlerin çoğunun henüz organlarını bağışlamamış olması. Öyle olsaydı, sadece kamuda çalışan 130 bin doktor ile 200 binden fazla Diyanet çalışanının organ bağışı kampanyasına katılmaları beklenirdi. Oysa ölmeden “organlarımı bağışlıyorum” diye müracaat edenlerin sayısı 80 bini bile bulmuyor. Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı, halkı organ bağışında bulunmaya davet ederken, kendilerinin gönüllü olmadıkları görülüyor.

Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır”1 Bu durumda, “inanmadığınız ve kendinizin yapmadığı şeyleri siz neden başkalarından, özellikle de fakir fukaradan talep ediyorsunuz?”diye sormak gerekmez mi?

1 Saff Suresi, 2-3. Ayet-i Kerimeler

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”ASKERLİK VE ORGAN NAKLİ
Fakirlerin organ vericisi, zenginlerin ise alıcı olduğu bir dünyada her konuda çözüm var, derde devadan gayrı. Hani ‘organ veren ve alan kişilerin hayat kalitesinde hiçbir bozulma olmaz’ diyorlardı ya. Peki ama ama ‘organ almış ve vermiş kimse askerlik yapamaz’ diyorlar. İyi de o zaman bu neden?
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Askerliğini yapmamış bir kişi organ verir veya organ alır ise, Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’nin 45, 53, 70 gibi maddelerine göre askerlikten muaf tutulmaktadır. Bunu askerlikten kaytarmak için kullanmayı düşünenler hiç aklından geçirmesin! Çünkü bu muafiyet bir ödülden ziyade ceza niteliğinde… Askerlik sağlıklı bedenlerin yapabileceği bir görev. Organı eksik hiçbir kişi orduda subaylık yapamadığı gibi erlik de yapamaz. Çünkü organ vermiş veya almış kişilerin sağlığı askerlik yapmaya elverişli değildir. Her ne kadar organ nakledilen kişilerin sağlığına kavuştuğu iddia edilse de, savunma sistemlerini baskılayıcı ilaçların kullanılması basit bir enfeksiyonda bile ölümle sonuçlanabilecek bir riskin her zaman söz konusu olduğunu gösterir.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”KARŞIT OLAN MÜSLÜMAN ÂLİM VE HUKUKÇULARIN GÖRÜŞLERİ
Ömer Nasuhi Bilmen:
‘Organlarından hiçbiri vücuttan koparılarak faydalanılamaz!’

Eski Diyanet işleri Başkanı merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, ünlü eseri İslam İlmihalinde, ‘İslam’da İnsanların Hayat ve Organ Dokunulmazlığı’ başlılığı altında şunları dile getiriyor: ‘İnsanların bedenleri ve organları hayatta olduğu gibi, öldükten sonra da hürmet edilmeye layıktır ve dokunulmazlığı vardır. Onun için herhangi bir insanın hayatına haksız yere kastedilmesi haramdır, bir cinayettir. Yine bir insanın herhangi bir organını, kendi hayatına ait bir zaruret bulunmaksızın haksız yere kesmek ve yarmak da haramdır, bir suçtur. Bir insanı hadım etmek, haksız yere dövmek de caiz değildir.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] İnsan hürmete değer bir yaratık olduğundan onun organlarından hiçbirisi koparılarak faydalanılamaz. Onun saç, tırnak ve çekilmiş diş gibi, herhangi bir parçası satılamaz, bunları gömmek gerekir. Onun için bir kadının saçları alınıp, başka bir kadının saçlarına katılamaz. Böyle bir davranış insanın şerefine bir tecavüzdür, bir nevi uydurmacılıktan ibarettir. İnsanoğlunun bir parçası ile faydalanmak demektir. Öyle ki, bir kadın kendi saçlarına, kendisinin dökülmüş olan saçlarını da ilave edemez, bu da kerahetten beri değildir. Fakat insandan başka temiz bir yaratığın saçlarını ilave edebilir.

Bir Müslüman için intihar, ahirette büyük bir azabı gerektirdiği gibi, kendi ölümünü istemek de caiz değildir. Bir öfke veya geçim sebebiyle ölümü istemek mekruhtur. Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmuştur: ‘Sizden biriniz, kendisine dokunacak bir zarardan ve felaketten dolayı ölümü istemek zorunda kalırsa; Ey Rabbim! Benim hakkımda yaşamak hayırlı ise beni yaşat, eğer ölmek hayırlı ise beni öldür, diye dua etsin!

Bazı hayati zaruretlerden dolayı, insanlar üzerinde ameliyat yapılması caizdir. İçinde taş bulunan bir mesaneyi usulüne göre yarmak veya bütün vücuda dağılacak olan bir hastalıktan dolayı bir organı kesmek caizdir, bunda sakınca yoktur. Ölen bir kadının rahminde diri bir bebek bulunsa, bu çocuğu kurtarmak için, o kadının karnını sol taraftan yarmak gerekir. Yine, ana rahminde bulunan bir çocuk, parçalanmaksızın çıkarılamayacak şekilde bulunuyorsa, bu durum ana için bir tehlike arz eder. Onun için bakılır: Eğer çocuk hayatta değilse, parçalanarak çıkarılır. Eğer hayatta ise, böyle parçalanarak çıkarılması caiz değildir. Çünkü bir hayat sahibini kurtarmak için diğer bir günahsızı parçalamak gerekecektir”204

Dr. Muhammed Önder:
“İnsana bedeni üzerinde değişiklik yapma hakkı verilmemiştir!”

“Organlar üzerindeki tasarruf yetkisi yalnızca Allah’a aittir. Organ nakli Allah’ın haklarından bir haksa, ‘Onun izni ya da emri olmaksızın tasarrufta bulunmak’ olduğundan, âlimler buna ‘haramdır, demişlerdir. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’te yer alan, insan bedeni ve kullanımıyla alakalı hükümlere bakıldığında organ naklinin Şer’an haram olduğu görülecektir.

Allah-ü Teâlâ insana, kendi hayatına son verme hakkı vermemiştir. İntihar etmek haramdır. Kendi bedeninden ya da bir başkasının bedeninden bir parçayı (uzvu) koparma, telef etme hakla vermemiştir ve insana, hür bir insanın bedeninin satılması veya satın alınması hakkını vermemiştir. îslam, insana bedeni üzerinde değişiklik yapma hakkını vermemiştir.

Dirinin ya da ölünün bedenleri üzerinde (şer’i izinler dışında) tasarruf hakkı vermemiştir. Hür bir insan alınıp satılan bir meta yapılamayacağına göre bu, insanın bedeninin mülkiyetinin insanın kendisine ait olmadığını gösterir. O halde Allah (c.c), insan bedenlerinin tamamının ya da bir kısmının hibe edilmesi hakkını da insanlara vermemiştir. Görüldüğü üzere Allah insanlara; bedenlerinin mülkiyetini; onların bir kısmından feragat etme, satma-zarar verme gibi hakları vermemiş, üstelik bu fiilleri haram kılmıştır. Organ nakli, bu haram fiilleri ihtiva eden ameliyeler bütünüdür. Organ naklinde zaruri organlar verilse; intihar fiili ile hayat için zaruri olmayan diğer organlar verilirse; vücudun bir parça ya da uzvuna zarar vermiş olma fiili ile haramlık gerçekleşmiş olacaktır.

İnsanın kendisini satması haramdır. Satmanın haramlığı hükmü; insanın bedeninin tamamına ya da bir kısmına sahip olmadığını, ona böyle bir yetkinin Allah tarafından verilmediğini ifade etmektedir. Allah insana, hür insan bedeninin satılması hakkını vermemişse, aynı şekilde hür insan bedeninin hibe edilmesi (bir başkasının mülkiyetine verilmesi) hakkını da vermemiştir

ORGAN BAĞIŞI İYİLİK MİDİR?

‘Organ bağışlamak iyilik yapmaktır. İhtiyaç sahiplerine organ bağışında bulunulması şeriatın tavsiye ettiği bir tür sadakadır şeklindeki delillendirme hatalıdır. Zira Allah’ın yasakladığı bir şeyle sadaka verilmez. Böyle bir sadaka olmaz. Bir şeyin aslı haramsa ona dayanılarak varılan teferruat da haramdır. Söz konusu meselede insandan bir uzvunun alınması asıldır ve bu da haramdır. Dolayısıyla da onun sadaka verilmesi ya da bağışlanması aynı hükmü alır.

‘Zaruretler birtakım mahzurlu şeyleri mubah kılarlar kaidesi de uygunsuz bir şekilde kullanılmıştır. Zaruret denilen şey, zora düşen bir insan için geçerlidir ve onu kendini kurtarmak için haram olan bir fiili işlemeye mecbur bırakır. Urve b. ez-Zubeyr’in, hastalığın bütün bedenine yayılmasını önlemek için ayağını kesmesi ya da doğurmakta zorlanan bir kadının karnının yarılması suretiyle çocuğun çıkarılması durumlarında olduğu gibi…

Ancak bu kavram bazen yanlış kullanılmaktadır. Mesela bazıları faizle borç para alıp, bu parayla içinde oturmak için ev yaptırıyor ve ne yapalım zaruret hali diyebiliyorlar. Hâlbuki oturulacak ev edinmenin bir alternatifi vardır, o da kirada oturmaktır. Bu ikisini iyi ayırt etmek gerekir.

İnsandan yapılacak organ naklinde iki taraf vardır; verici ve alıcı. Alıcının zarureti verici için geçerli olmadığından, sağlam bir insandan (vericiden) bir uzuv alınıp bir hastaya (alıcıya) yerleştirilmesi verici için zaruret değildir. Bilakis böyle davranılmakla sağlıklı bir vücuda zarar verilmektedir.

‘Organ, insan bedenini oluşturan şeyler ve onlardan neş’et eden şeylerdir şeklinde tarif edilemez. Organ; kesip kapatıldığında tekrar türemeyen vücut parçasına denilir. Dişler, tırnaklar da uzuvdur. İdrar, gözyaşı gibi şeyler uzuv değildir. Saç uzuv değilse de kesilmesine cevaz verilmiş, ama bir başkası tarafından kullanılması yasaklanmıştır. Etin de aynı kemik gibi uzuv olduğunun delili, Ebu Hureyre’nin (r.a.) naklettiği; ‘Kim Mümine bir kadını azat ederse, her uzvuna karşılık onun bir uzvunu Allah cehennemden azat eder. O derece ki, cinsel organına karşılık cinsel organını cehennemden azat eder’205 Hadis-i Şerifidir.

Husyelerin nakledilmesi, nesep karışmasına sebebiyet vereceğinden haramdır. İktidarsızlığın ya da kısırlığın tedavisi, şer’i esaslara uygun bir metotla olmak şartıyla dinen matluptur. ‘Ey Allah’ın kulları tedavi olun! Allah (c.c.) ölümün dışında bütün hastalıklara çare yaratmıştır’206 Hadis-i Şerifi buna delildir.

Vücuttaki arızalı organların işlevini görebilecek yapay bir organ edinilmesi caizdir. Sahabetten Arfece b. Es’ad’ın (r.a.) nakline göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine yapay bir burun edinmesi için izin vermiştir. Yine dişleri sağlık için altınla kaplatmanın cevazma dair rivayetler vardır.

205 Camiu’s-Sağir, Cilt: 2 s. 516.

206 Tirmizi, tıbb 1; Ebu Davut, Tıbb. 27/3855; Ib-i Mâce. tıbb 1; Ahmed b. Hanbel. III, 156.

Organ naklini gerçekleştiren doktor da, organ bağışlayan da günahkârdırlar. Doktor haram bir şeyle tedavi yaptığı için, organ bağışlayan da haram bir fiili işlediği için günahkârdırlar. İslami hükümlerin uygulandığı bir ülkede, hâkim tarafından tazir edilirler. Bu fiilin ahirette de ayrıca bir cezası vardır. Tevbe kapısı ise her zaman açıktır.

Öldükten sonrası için organlarını bağışlamak günahtır. Vasiyet ise şer’an geçersiz olup uygulanmaz. Mirasçıların ölünün bedeni üzerinde bağış yapmak gibi bir tasarruf yetkileri yoktur. Nakledilen organların kullanılabilmesi için, beyin ölümünün gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Bu ise tıbbi ölüm değildir. Nitekim, beyin ölümü gerçekleşmiş bazı hastaların hayata döndükleri görülmektedir. Bu hayata dönmüş kişilerin organları alınmış olsaydı, cinayet işlenmiş olurdu.

Cenazenin morga kaldırılması caiz değildir. Aynı şekilde defnin geciktirilmesi de caiz değildir.”207

Fatih Kalender:
“Beyin ölümü gerçekleşti denilen kişi şimdi imamlık yapıyor!”

İlahiyatçı Fatih Kalender Hoca Arifan dergisinde çıkan “İslam’a göre organ nakli caiz mı?”208 başlıklı makalesinde şu görüşleri dile getiriyor: “Organ nakli, İslam fıkhına tamamıyla yabancı bir şey değildir. Fetâva-i Hindiyye adlı esere baktığımız zaman, Ebû Hanife’nin talebelerinden olan ve aynı zamanda da mezhebini tedvin eden, (kayıt altına alan) İmam-ı Muhammed el-Hasan eş-Şeybâni’nin bu konuya ışık tutması açısından şu sözünü görürüz: Kişinin tedavi için koyun, katır, at gibi hayvanların kemiğini kullanması caizdir. Lakin, necaseti liaynihi (bizzat necis) olduğu için domuzun, hürmetine (saygınlık ve üstünlüğüne) binaen de insanın kemiğini tedavi için kullanmak tahrimen mekruhtur.209 Bu görüşe göre, ister canlı olsun, ister ölü olsun insanın parçasından istifade etmek caiz değildir.

207 Muhammed önder, İslam Fıkhında Organ Naklinin Hükmü, s. 33, 66, 81; Gonca Yay.

208 Arifan Dergisi Aralık 2007, Sayı 3, Sayfa 53.

209 Fetava-i Hindiye c:5 s. 354.

Hz. Aişe’den (r.a.) rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘Ölü bir kimsenin kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir’210 buyurmuştur. Efendimiz’in (s.a.v.) bu Hadis-i Şerifi, yukarıdaki görüşü kuvvetlendirmektedir. Şafii uleması ise; ‘hayvanın cüzünden, organından istifade etmek caiz olduğu gibi, zor durumda kalan kimse için de insanın cüzünden-organından istifade etmek caizdir” demişlerdir. Nitekim İmam-ı Nevevi, El-Mecmû adlı eserinde şöyle buyuruyor: Açlıktan zor durumda kalan kimse ölmüş birini bulsa onun etinden yemesi helâldir zira diri yani hayatta olan kimsenin hürmeti (üstünlüğü) ölüye nispetle daha fazladır. Maliki fukahası da, insan cüzünden-organından is-tifadenin caiz olup olmaması konusunda ihtilaf etmişlerdir.2″ Sahih olan görüşe göre ise bunun muzdar (zor) durumda olan kişi için caiz olmasıdır.

Halil Gönenç: “Hanefilerde caiz değildir!”

Haseki Eğitim Merkezi’nin ünlü hocalarından Halil Gönenç Hoca Efendi bir röportajında “Organ nakli Hanefî’ye göre caiz değildir”223 diyor.

İŞTE O TARTIŞMALI FETVA

Takdim ederken işte o tartışmalı fetva ifadesini kasıtlı kullandık. Çünkü dikkat edilecek olursa kurulun oldukça eski olan kararında ilaç, kan ve organ naklinden söz edilirken, beyin ölümünden hiç söz edilmemektedir. Oysa beyin ölümü söz konusu olduğunda, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bazı üyeleri de dahil birçok taraftar bu fetvayı beyin ölümüne izin veren bir fetva olarak ileri sürerler.

Söz konusu fetvanın amacı da zaten beyin ölümü konusunda kanaat oluşturmak değil, ölmüş insanların organlarının bir başka insana naklini ele almaktır.

Kurulun mezkûr kararının sonuç kısmında “Kurulumuzca da, aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varılmıştır” denilerek, şunlar sıralanıyor:

a) Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi,

b) Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine, tabibin zann-ı galibinin bulunması,

c) Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması,

d) Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,

e) Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,

f) Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir.

Bu listenin ‘c’ maddesinde çok belirgin olarak ‘bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması’ koşulu getirilmektedir. Bu görüşün en kritik aşaması burasıdır. Fetvanın başta kan olmak üzere, organ nakline cevaz verdiği doğrudur. Lakin kan dışındaki organların nakli için ‘ölmüş olma koşulu’ getirmektedir.

Hâlbuki beyin ölümünün, tam ölüm hali olduğu konusunda ne tıp dünyası, ne hukukçular, ne de fıkıhçılar ittifak etmiştirler. Bilakis görüş farkları arasındaki makas her geçen gün kapanmak şöyle dursun, hızla da açılmaktadır. O halde ittifak edilmeyen bir alanla ilgili bu fetva nasıl delil olarak ileri sürülebilir? Diğer bir nokta ise tıbbi açıdan tam ölüm hali gerçeklemiş hiçbir kimseden göz korneası hariç hiçbir organın nakli mümkün değildir. Bu durumda tek çare beyin ölümü konusunda varılacak mutabakattır. Yakın ve uzak gelecekte, bu konuda bir mutabakatın sağlanamayacağı da ortada iken, nasıl olur da bu denli kesin bir yargıya varılır?

Dini açıdan da, ruhun henüz hastanın bedenini terk etmediği ve destek ünitesi ile bile olsa yaşam devam ettiğine göre, ‘tam ölüm’ gerçekleşmemiş demektir. Bu durumda, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun organ nakli için olmazsa olmaz koşul olarak ileri sürdüğü ‘bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması’ şartı da gerçekleşmemiş olmaktadır. Bu nedenle de, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun organ nakli için onay verdiği iddiası da geçersiz kalmaktadır.

Kanaatimize göre, bugün organ nakli, ölüden değil, diriden yapılmaktadır. Diriden kastımız beyin ölümü gerçekleştiği iddia edilen ve yaşamsal faaliyetleri devam eden canlı kişidir. Zira önceki sayfalarda da zikrolunduğu üzere ruhun bedeni hangi zamanlarda terk ettiğini Kur’an-ı Kerim şu şekilde ifade edilir: “Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda düşünen kimseler için dersler vardır.” 235 “Geceleyin sizi ölü gibi uyutan, gündüzün yaptıklarınızı bilen, mukadder olan hayat süreniz doluncaya kadar gündüzleri sizi tekrar kaldıran O’dur. Sonra dönüşünüz Onadır, işlediklerinizi size bildirecektir”236

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinde “Kürtaj yaptırmak caiz midir?” başlıklı soruya verdiği cevapta: “Eğer ruh taşımayan canlı bedeni imha etmek caiz olsa idi, uykudaki insanı öldürmek de caiz olurdu. Zira Allah Teâlâ uyku halinde insan ruhunun bedenden ayrıldığım haber vermektedir” denilerek, yukarıdaki zikredilen Ayet-i Kerimeleri örnek olarak gösteriyor. Peki, burada “ruhun bedeni terk ettiğine dair delil olmaksızın bir insanın öldürülmesi veya bedenin tahrip edilmesi caiz değil ise, ruhun henüz bedeni terk ettiği kesin olmayan, hatta terk ettiğine dair hiçbir bilginin bulunmadığı beyin ölümü denilen halde, insan bedeninin imha edilmesi doğru mudur?” sorusunu sorsak acaba ne derler.

235 Zümer Suresi (39), 42. Ayet-i Kerime.
236 En’am Suresi (6), 60. Ayet-i Kerime.

DİYANET SORULARIMIZA NE CEVAP VERMİŞTİ?

18 Nisan 2009’da Diyanet İşleri Başkanlığına “Kan bağışı yapmanın İslam dini açısından bir sakıncası var mıdır? Dinen ölüm hali nedir? Beyin ölümü, dinen ölüm sayılır mı? Henüz ruh bedeni terk etmemiş ise hastanın, hasta yakınlarının izni ile organlarının organ bekleyen başka kimselere bağışlanması caiz midir? Hastanın veyahut da hasta yakınlarının izni olmadığı halde beyin ölümü gerçekleştiği gerekçesiyle kişinin organları organ bekleyen başka bir kişiye nakledilebilir mi?” sorularını yöneltmiştim.

Başkanlık iki gün sonra yazdığı ‘resmi’ cevapta sorularımıza tek tek cevap yerine, konunun ciddiyetinden uzak bir metin göndermişti. İşte Diyanet’in 20 Nisan 2009 tarihli o resmi yazısı:

“İslamiyet, ihtiyaç halindeki insanlara yardım yapılmasını tavsiye etmiştir. Özellikle hastalık nedeniyle organ ve doku nakline duyulan ihtiyaç, bunların en önde gelenidir. Bu itibarla;

a. Hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için, organ naklinden başka çare olmadığının, uzman bir doktor tarafından tespit edilmesi,

b. Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine doktorun kanaat getirmiş olması,

c. Organ ve doku bağışında bulunan kişinin, organları alındığı esnada ölmüş olması,

d. Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,

e. Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,

f. Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması şartıyla, organ ve doku naklinde ve organ bağışında sakınca yoktur. Bu konuda daha geniş bilgi için www.diyanet.gov.tr adresindeki Web sitemizde yüklü ‘Kurul Kararları’ bölümünde yer alan ‘Organ Nakli’ konusuna bakabilirsiniz.”

DİYANET’İN BEYİN ÖLÜMÜ KONUSUNDA GÖRÜŞÜ YOK MU?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinde yer alan ‘Organ ve Kan Bağışı’237 başlıklı bölümde konuya açıklık getiriliyor ve beyin ölümü, tam ölüm hali olarak kabul ediliyor. ‘Organ Nakli Nedir?’ başlıklı soruya şu cevap veriliyor: “Vücutta görevini yapamayan bir organın yerine canlı veya ölü (beyin ölümü gerçekleşmiş = ölüm hali) bir vericiden alınan sağlam ve aynı görevi üslenecek bir organın nakledilmesi işlemidir.”

237 www.diyanet.gov.tr/turkish/namazvakti/dok/d_hiz/id2.asp

‘Beyin Ölümü’ başlığında ise şöyle yazıyor; “Tıbben, şuurun gitmesinden beyin ölümü denen safhaya kadar, Koma-Derin Koma-Bitkisel Hayat denen aşamalar mevcut olup, bu durumların tamamında geri dönüş, yani hastanın iyileşmesi mümkündür, bitkisel hayattaki bir kişinin mucizevi olarak iyileşebildiği vakalar dahi bildirilmiştir. Bu nedenle bitkisel hayattaki kişiler ölü kabul edilmez ve organları nakil için alınmaz. Ancak beyin ölümü denen durumda, beynin korteks tabakası dahil, beyin sapı denilen bölümü de tamamen ölmüş olup, iyileşme kesinlikle mümkün değildir ve bu kavram beyin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz olarak kaybını ifade etmektedir.”

Ancak Diyanet bu metninde dünyada kimsenin söyleyemeyeceği kadar iddialı bir cümle kuruyor: “Bugüne dek beyin ölümü tanısı konmuş hiç kimse geri dönmemiş, yani iyileşmemiştir.” Oysa ilerleyen sayfalarda da çok sayıda örnekte görüleceği üzere beyin ölümü teşhisi konulmuş birçok kişi ya morga taşınırken, ya morgda ya da organları alınmaya çalışılırken hayata dönmüştür.

Diyanet’in sitesinde yer alan bu metinde yer alan başka bir soru da, organ naklinin de sağlık sorununu çözmediğini, ‘Neden Organ Bağışı? başlıklı soruya verdiği cevapta şu verilerle dile getiriyor: “Pek çok hasta için organ nakli, yeniden normal bir yaşama dönmenin tek yolu. Daha önemlisi organ nakli, pek çok hastalıkta, hayatta kalmanın da en sağlam güvencesidir. Kronik böbrek yetmezliğinde iki çare var: Diyaliz ya da böbrek nakli. Diyalize giren hastaların hayatta kalma oranı, beş yıllık bir sürede yüzde 34,8’e düşüyor. Oysa böbrek nakli yapılması durumunda, hayatta kalma oranı, aynı süre için yüzde 90 oluyor. Türkiye’de her yıl yaklaşık 4 bin 500 hasta diyaliz tedavisine başlıyor. Bir hastanın hekim ve hastane masrafı hariç, diyaliz ve ilaç maliyeti yılda 23 bin dolar. Oysa böbrek nakli yapılan bir hastanın ilk yıl tedavi maliyeti 22 bin dolar (yani, neredeyse diyaliz kadar) ama dördüncü yılda bu maliyet 8 bin dolara kadar düşüyor. Türkiye’de yaklaşık 44 bin kişi organ nakli için beklemektedir. Her yıl ortalama 8 bin kişi bu listeye ekleniyor. Ülkemizde her yıl yaklaşık 8 bin hasta organ bulunamadığı için ölmektedir.”

Diyanet’in, konuya ülke ekonomisi açısından bakması size de ilginç geldi mi bilmiyorum, ama bize çok ama çok ilginç geldi! Peki, Diyanete şu soruyu yöneltsek nasıl cevap verirler acaba? Böbrek yetmezliği çeken kişinin zor bir sağlık sorunu çektiği kesin ve doğru. Bu kişinin hem topluma, hem de ailesine ciddi bir ekonomik yük getirdiği de kesin. Fakat böbrek nakli yapmadan önce bir sağlam, bir de hasta olmak üzere iki kişi var. Hasta için de önemli bir sağlık harcaması yapılıyor. Bu aşamadaki hasta önemli ölçüde ekonomik, sosyal ve diğer alanlarda hayattan da çekilmiş. Sağlam kişinin böbreğini alıp, hasta olana nakledince, iki sağlam kişi mi çıkar ortaya? Diyanete göre çıkar mı bilmiyoruz, ama fiili duruma göre çıkmaz! Her ikisi de tek böbrekle yaşayan, her ikisi de ilaca bağımlı hale gelmiş iki yarım insan üretilmiş olmuyor mu? Üstelik sağlam olanın da yaşam kalitesi pamuk ipliğine bağlı hale getirilmiş olmuyor mu? Bir sağlam + bir hasta = iki sağlam değil, iki yarım insan ortaya çıkarmış olunmuyor mu? Bu, kişilerin tercihi olabilir elbette. İnsan sevdiği birinin gözünün önünde acı çekmesi veya ölmesini istemediğinden, kendi böbreğini ve dolayısıyla sağlığını da feda edebilir ve ediyor. Bu durumda olan bir insana, neden böyle bir karar verdin demenin kimseye bir faydası yok. Acıyı ateşe düşen bilir. Hariçten gazel okumak elbette kolaydır. İşte tam da bu noktada, Prof. Dr. Hans Ludvvig Schreiber’in görüşlerini aktarmak kaçınılmaz oluyor.

Prof. Dr. Hans Ludvvig Schreiber şu görüşü ifade ediyor: “Canlı vericilerden organları veya organ parçaları alınarak diğer alıcı kişilere verilmesi, gerek ahlaki ve gerekse hukuki bakımlardan problemsiz olmayıp ayrıca çelişkileri olan bir konudur. Organ nakli, hekimliğin ilk gününden bu yana, canlı vericiden organ bağışı düşüncesi, özellikle ‘kabul edilemez’ olarak telakki edilmiştir. Konu Katolik teolojide de, ta Aristoteles ve Thomas Aquinas zamanından beri, teslis ve geliştirilen tamamiyet prensibine dayandırılır. Bir organın alınması/ çıkarılması haklı gösterilip, kabul edilemez. Zira her organ, tüm organlar bütünü ile ve fonksiyon içinde, ancak kendi tabii gayesini ve fonksiyonunu yerine getirir. Organizmadan çıkarıldığında, ayrı kalan bu organ için artık bir gaye yok demektir. Bu organın tabii hedefi, ait olduğu organizma tarafından tamamıyla sindirilmiş, absorbe edilmiştir.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”HEKİMLERİN AHLAKI
Günümüzde özellikle de ülkemizde tıp, oldukça bağımsız hareket eden bir dal haline gelmiştir. Türkiye gibi çoğunluğu Müslüman insanlardan oluşan bir toplumun inançları önemli ölçüde göz ardı edilmektedir. İnançlara yönelik hassasiyetler küçümsenebilmektedir. Tıbbın amacı ne olursa olsun, uyguladığı her tedavi şekli meşru kabul edilmektedir. Bir yakınımın tırnak batması nedeniyle oluşan iltihabı için gittiği tüm doktorlar hep antibiyotik önerdiler. Bizse ehline o bölgeye sülük uygulatarak oluşan iltihabı emdirdik. Bu dini bir yöntem değil, geleneksel bir tedavi yöntemi hatta gelişmiş bir ülkede bile tıp fakültelerinde uygulanan bir uygulama olmasına karşın birçok doktor yöntemimizin başarısıyla ilgilenmek bir yana bizi kınamaya kalkmıştır.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Türkiye’de benzerlerine pek rastlanmasa da, Almanya Bonn Üniversitesi Tıp Fakültesi ile Kiliseye bağlı İlahiyat Fakültesi birlikte “Hayatın Sınırında Etik Problemi” adlı ortak bir çalışmaya imza atmıştır. Bu çalışmayla organ nakli, kürtaj, ötenazi vb konularda ortak mütalaalar yürüterek gen teknolojisinin gelişimi ve riskleriyle ilgili ortak çalışmalar ortaya çıkarmışlardır. Günümüz Türkiye’sinde ise bilim ve dini temsil eden taraflar bunları birlikte tartışmak bir tarafa ya birbirlerinden çok uzak dünyalarda yaşamakta ya da her ikisi de Batı ve özellikle de Amerika’daki akademik dergilerde olup bitenleri esas alarak Batı yayınları üzerinden diyalog kurmaktadırlar. Fıkıhçıların önemli bir bölümünün “konunun uzmanının dediğine” göre şeklinde başladığı söz ve yazılarında tıbbın seküler yaklaşımına dini bir kisve katması ise üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.

Kur an-ı Kerim, fıtratın değiştirilmesini şeytani bir eylem254 olarak tarif ederken, Hz. Peygamber, o günün tedavi yöntemlerinden olan dağlama255 gibi fıtrata ve çevreye zarar veren yöntemleri yasaklar. Mesela Abdurrahman b. Osman’dan (r.a.) rivayete göre; bir hekim ilaca kurbağa eti koymanın hükmünü sorar. Efendimiz (s.a.v), o hekimi ilaç için kurbağayı öldürmekten men eder.256 Oysa günümüzde bazı ilaç firmaları hayvan hatta insan geni taşıyan ilaçlar üretebiliyor.257 Bu durum dini, vicdani ve ahlaki bir sorundur ve tıp dünyası tedavi uğruna buna tek başına karar veremez. Doktorlar da böyle bir ilaç üretilmiş diyerek her hastasının inanç ve felsefi düşüncesini dikkate almadan bu tür ilaçları uygulayamaz.

254 Bakara Suresi, 205; Ali Imran Suresi, 119. Ayet-i Kerimeleri
255 Ebu Dâvud. Tıbb. 7/3865
256 Ebu Dâvud, Tıbb. 11/3871

257 Bilim Teknik Dergisi, Mart 2013 sayısı, s30-31.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”ORGAN NAKLİ VE SİVİL TOPLUM
Organ nakli konusundaki bir kitapta Prof. Dr. Mehmet Haberal’dan söz etmemek mümkün değil. Başkent Üniversitesi’nin kurucusu ve eski rektörü olan CHP milletvekili Dr. Haberal, Türkiye’deki organ meselelerine en ilgili kişidir demek yanlış olmaz.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Rizeli olan Prof. Haberal bir cerrah olup 1970’li yıllarda ABD’de Shriner’s Burn Institute ve John Seally Hospital’da ve Colorado Üniversitesi Organ Nakli Merkezinde çalışmıştır. 1975’te Türkiye’ye dönüp Hacettepe Üniversitesi Has¬tanesi, Yanık ve Transplantasyon Ünitesini kurar. 3 Kasım 1975’te bir anneden 12 yaşındaki çocuğuna yasal bir düzenlemesi olmadığı halde, Türkiye’nin ilk canlıdan böbrek nakli operasyonuna imza atar. Bununla yetinmeyen Haberal, 10 Ekim 1978’de Uluslararası Organ Nakil Vakfı ‘Eurotransplant’tan (Almanya) sağladığı böbreğin naklini gerçekleştirir. Yine 27 Temmuz 1979’da trafik kazası yapan ve bu nedenle beyin ölümü gerçekleşti raporu verilen kişinin organıyla, Türkiye’de 1988’de ilk yerli böbrek nakli ile ilk karaciğer naklini yapar.

Haberal’ın kendisinin kaleme aldığı öz geçmişinde ifade ettiği gibi “3 Haziran 1979 tarihinde, organ ve doku naklini yasal kılan 2238 sayılı yasanın parlamentodan çıkarak, tasarının kabul edilip kanunlaşmasında anahtar kişi” olur. Yani MHP, CHP ve AP’lileri aynı çatıda buluşturan, muhtemelen teklif metnini kaleme alıp ellerine tutuşturan kişidir. Haberal konuyla ilgili hazırladığı ‘Türkiye’de Transpilantasyonun Gelişimi’ başlıklı slaytta bu durumu “başarılı örnekler parlamento üyelerine gösterilerek konuya ilgi artırılmaya çalışıldı” diye naklediyor.

Bununla da yetinmeyip Diyanet’in kapısını çalar ve kanuna benzer ifadelerle ‘muğlâk’ bir fetvanın çıkmasını sağlar. Bu konuda suyu kaynağından içen Haberal, ilk nakilleri yapmış, yasayı çıkartmış, fetvayı almıştır. Sıra bir vakıf kurmaya gelir ve Türkiye 12 Eylül darbecilerinin vahşetiyle inip inim inlerken o, Eylül 1980’de ‘Türkiye Organ Nakli Yanık ve Tedavi Vakfı’nı, Mart 1982’de ise ilk Hemodiyaliz Merkezini kurar. Artık Prof. olmuştur ve bu çalışmaları nedeniyle Sedat Simavi Derneği’nde ödüllendirilir. 1983’te Türkiye Organ Nakli Derneği’ni ve 1984’te Ortadoğu Diyaliz ve Organ Nakli Vakfı’nı, 1985’te Türkiye Organ Nakli ve Yanık Vakfı Hastanesi ile İstanbul Diyaliz Merkezi (MESOT) ile Ortadoğu Organ Nakli Derneği’ni kurar. Artık o bir fenomendir ve 1986’da kendi adını taşıyan Haberal Eğitim Vakfı’nı kurar. Bunlarla da yetinmeyip, 1990’da Türkiye Organ Nakli Derneği’ni kurar. Yine gün, dostu Demirel’in günüdür. Artık bir üniversite kurma vakti gelmiştir. Kendisine ait, Türk Organ Nakli ve Yanık Vakfı ile Haberal Eğitim Vakfı’na Başkent Üniversitesi’ni kurar. Dernek, vakıf kurmak onun için artık bir meslek gibi olmuştur ve 1995’te Türkiye Yanık ve Yangın Afetleri Derneği’ni kurar. Hastaneler, oteller, okullar birbirini izler. Çok büyük bir grubun patronudur velhasıl.

Şimdi eski bir rektör, 27 dernek ve vakfın kurucu üyesi, milletvekili ve 1507 böbrek, 122 karaciğer nakli gerçekleştirmiş259 bir cerrah olarak anılıyor. Çantasında birçok Batılı kurumun üyeliği ile birçok ödülü de taşıyor. 2000’li yılların başında ise dönemin başbakanı Ecevit’e uyguladığı tedavi nedeniyle hayli tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor.

259 www.tond.org.tr/tr/sayfalar/history_emblem.php

Eski Akdeniz Üniversitesi rektörü ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Mustafa Akaydın da bir cerrahtır ve Organ Nakli Derneği’ni Haberal ile birlikte kurar ve yönetirler. Organ nakli denildiğinde Başkent, Akdeniz, Ege ve İnönü Üniversiteleri olmak üzere dört üniversite öne çıkar.

Konuya bunca odaklanma, grubun varlık nedeni sayılabilecek olan organ naklini öne çıkarmasına sebep oluyor. Bu nedenle olsa gerek, her hastanesinin sitesinde en öncelikli konunun organ nakli olduğu görülür. Ayrıca tanıtıcı metinlerde beyin ölümünden hiç söz edilmeyip sürekli olarak kadavra denildiği görülüyor.

Haberal, organ nakli konusunda çaldığı her kapıdan hiç eli boş dönmemiştir. Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaza gitmiş, birlikte televizyon programlarına çıkmışlardır. Yılmaz’ın talimatıyla cami önlerine “organ bağışla, hayat kurtar, sevap işle” sloganları eşliğinde, organ bağışı stantları açmış, hutbeler okutmuştur.

Konunun toplum nezdinde karşılık bulabilmesi için, din sürekli ve önemli araçlardan biri olmuştur. Sitelerindeki “Dinimiz ve diğer dinler organ nakline ve organ bağışına nasıl bakmaktadırlar?” başlıklı soruya verilen cevapta ise “Dinimiz Müslümanlık, organ bağışı konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıktır ve organ bağışıyla hayat kurtarmanın sevap olduğunu bildirmektedir” demekten bile geri durulmamıştır. Dikkat edilirse cümleye başlama biçimi bile ilginçtir. Oysa dinimiz Müslümanlık değil, İslam’dır. Müslümanlık diye bir din yok. O dinin adı İslam, İslam’a tabi olanın adı da Müslüman’dır. Ancak en çok da TDK bile “Müslümanlık” hatta “İslamlık” gibi uyduruk ifade biçimlerini sıkılmadan sözlüğüne alabilmiştir.

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”SAĞLIK BAKANLIĞI NE DÜŞÜNÜYOR?
Türkiye’de sağlık meselelerinin hiçbir sahibi yok ne yazık ki! Siz var diyorsanız hakkı âliniz var. Çünkü ‘Sağlık Bakanlığı’ isimli bir bakanlığa sahibiz sonuçta. Amma velâkin bu bakanlık, sağlımızın korunmasından ziyade, hastalandığımızda nasıl tedavi edileceğimizle ilgilenir. Selçuklu ve Osmanlı zamanlarında yazılan eserlere ve resmi uygulamalara baktığımızda; tıbbın birinci görevinin insanları hastalandırmamak, her türlü tedbire rağmen hastalanmış ise ikinci olarak da onları tedavi etmek olduğunu görürüz. Aslında bununla da yetinilmez, kişinin hastalanmasına yol açan nedenler bizzat şifahanelerde araştırılıp ortadan kaldırılmaya çalışılırdı. Oysa bugün şifahane bile kalmadı. Onların yerini hasta(ha)neler aldı. Bu değişim ne kadar isabetli değil mi? Şifahane hastaneye dönüşünce doğal olarak şifa da aradan çekiliyor.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Hekimliğin bir meslekten ziyade bir sanat olarak görülmesi, İslam tıbbının ana kuralıdır. Bu nazariyeyi İbn-i Sina “Tıp, insanlar arasında meslek olduktan sonra, ilim olmaktan çıkmıştır’ diyerek özetleyecektir. Ebu Bekir er-Râzi ise ahlâki terbiyeye sahip olması gerekenin sadece hekim olmadığını, hastanın da aynı özelliklere sahip olması gerektiğini vurgular.

Selçukluların hükümranlık döneminde tıp eğitimi medrese eğitiminin bir parçası haline getirilmiş ve biraz eğitim almış olan her kişi aynı zamanda biraz da tıp bilir olmuştu. Medreselerdeki normal müfredatın bir parçası tıp eğitimi sayesinde köylere atanan cami imamları bile her ne kadar yetersiz ise de aynı zamanda -küçük çaplı- birer hekimdi. Bu sayede imam cemaati için koruyucu/önleyici hekimlik görevini de üstlenirdi. Tıp, geçmişte de günümüzdeki gibi müstakil bir ilimdi/meslekti meslek olmasına ama diğer ilimlerde bu kadar hiç olmadı. Aynı zamanda hekimlerin birçok farklı alanla da ilgilendikleri görülür. Oysa günümüzde bir daldan ziyade, sadece bir hastalığa odaklanılan ihtisaslaşmaya rağmen farklı alanlara ilginin azlığı dikkat çekicidir. Ülkemiz-deki üniversite rektörlerinin tamamına yakını tıp camiasından olduğu için üniversiteler genellikle tıpçılarca yönetilirler. Buna rağmen üniversite binalarında bile, koruyucu hekimliğe dair hiçbir emareye rastlanmaz. Doktorların da alışveriş yaptığı hastane kantinlerindeki, yemekhanelerindeki sıradanlık ve beslenmelerindeki özensizliğin üzerinde durmaya gerek yok sanırız.

Koruyucu hekimlik bir yana, tıbbın endüstrileşmesi bizi başka bir sürece itti. Eskiden (çok değil 30-40 sene önce) doktorlar bir ilaç adını reçete etmez, ilaç eczacı tarafından karılarak verilirdi. Eczacılık müzesi kuran Eskişehirli eczacı Niyazi Çapa eski tıbbı şöyle özetliyor:

“Biz 1950’li 60’lı yıllarda ilaçların tümünü kendimiz yapardık. Göz, kulak, burun damlaları, öksürük hapları, şurupları, kuvvet şurupları, iştah şurupları, fitiller ve pomatlar aklınıza ne geliyorsa. Güzellik kremleri, kolonyaları ve losyonları da biz eczanede kendimiz yapardık.”

Sağlık Bakanlığı’nın koruyucu hekimlikle değil, tedaviyle ilgilendiğini belirtmiştik. Peki, tedavi kısmında ne kadar başarılılar acaba? The Independenfm haberine göre, ilaç denemesi yapılan ülkeler arasında Türkiye 6. sırada. Demek ki, ne kadar sorunlu iş varsa bu ülkede deneniyor. Sağlık Bakanlığı konuyla ilgili, duyun da inanmayın cinsinden bir açıklama yapıyor. Haberi yalanlamayan bakanlığa göre, Türkiye bu konunun en sıkı denetlendiği ülkelerden biriymiş. Dahası, ölüm veya hastalık olsa, firmaların canına bile okurlarmış. Keşke bu kadarla kalsa, ama daha fazlası varmış. Sıkı durun, SGK’nın insanlara verdiği ilaçları, “veteriner” denetletiyormuş.

Diğer yandan bir acı itiraf da, Klinik Farmakoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Cankat Tulunay’dan geliyor: “Gönüllü olarak, Türkiye’de ilaçlara kobay olan binlerce insan var. İmzaladıkları formlarla, ölümle sonuçlanabilen deneylere maruz kalıyorlar. Bundan daha da tehlikelisi, hastanın ve hastanın yakınlarının haberi olmadan ilaç şirketleri aracılığıyla, doktorlar tarafından gizlice yapılan ilaç araştırmaları.”

Türkiye’de 10 Mart 2011’de yasalaşan ‘6212 sayılı Kanunla onaylanan, Biyotıp Araştırmalarına İlişkin İnsan Haklan ve Biyotıp Sözleşmesi’271 ne yazık ki, hepimizin fareler gibi kobay olarak kullanılmamıza izin veriyor. Adına bakar mısınız ‘insan hakları.’ Ne kadar afili değil mi? İnsan hakları, insan hakları, insan hakları…

Bir arkadaşım aracılığıyla görüştüğümüz bir bakanlık müfettişi, görüşmemizden elde edeceğim verileri kitapta kullanacağımı söyledikten, ancak hiçbir şekilde kaynağı açıklamayacağıma dair söz verdikten sonra, ‘beyin ölümü tanısı konulup geri dönenin olup olmadığı’ konusunun kendisinin de ilgisini çektiğini, bir araştırma yapıp döneceğini belirtti. Bir süre sonra görüşmek üzere aradı ve şunları söyledi: “Bakanlık beyin ölümünü kesin ölüm hali olarak görmekte ve beyin ölümünden dönüşün mümkün olmadığı kanısından hareketle böyle bir veri tutmuyormuş. Ancak özel olarak görüştüğüm bazı yöneticiler, beyin ölümü teşhisi sonrasında hayata dönenle-rin ‘yanlış teşhis’ nedeniyle olduğunu belirttiler” dedi.

Kendisine ‘siz organlarınızı bağışlasanız ve size beyin ölümü tanısı konulsa ve bu tanı da yanlışlıkla konulmuş olsa, organlarınızı aldıklarında ne olursunuz’ dediğinde ikimizde sözün bittiği yerde olduğumuzun farkındaydık.

271 www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/06/20110611M1-4.htm
272 Başbakanlık Bilgi Edinme ve Değerlendirme Kuruiu’nun 02/05/2013 tarih ve 2013/812 sayılı kararında tarafınıza yönelttiğim 17 adet sorum hakkında verdiği kararda “Başvuru sahibinin 17 madde halinde talep ettiği bilgilerin 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunun istisna hükümleri çerçevesinde madde madde değerlendirilerek yeniden cevap tesis edilmesi gerektiği hususu Sağlık Bakanlığı’na bildirilmesine oy birliği ile karar verilmiştir.”

SAĞLIK BAKANLIĞI’NIN CEVAPLARI

• S: Son 10 yılda beyin ölümü gerçekleştiği raporu verilen kaç kişinin ailesi hastanın organlarını bağışladı’?

C: 2002-2012 yılları arasında tespit edilen 7101 beyin ölümünden, 2470 kişinin aile onayı alınmıştır.

• S: Son 10 yılda kaç organ alıcısı hasta nakiller sırasında hayatını kaybetti?

C: Ülkemizde gerçekleştirilen böbrek nakillerinde sağ kalım oranı yüzde 96, karaciğer nakillerinde ise yüzde 73,4’dür. (Cevapta diğer organ nakil verileri verilmemiştir. Bu oranlar naklin gerçekleştiği anı gösterir. Sonrasında veri takibi daha çok 5 yıllık yapılıyor.)

• S: Beyin ölümü raporu verildiği halde hayata dönen var mıdır, varsa sayısı kaçtır?

C: Beyin ölümü, tüm beyin ve beyin sapı fonksiyonlarının geri dönüşümsüz kaybı olarak tanımlanır. Beyin ölümü tanısı klinik tanıdır ve kesin ölümü ifade etmektedir. Ülkemizde ve dünyada beyin ölümü tanısı alan bir kişinin yaşama geri döndüğü vaka bulunmamaktadır.

Son 10 yılda bitkisel hayata giren, ancak girdiği bu halden kurtulan kişi sayısı kaçtır?

Bitkisel hayat ile beyin ölümü kavramları birbirinden farklıdır. Bitkisel hayatta bilinç kapalı olmakla birlikte beyin ve beyin sapı ölümü henüz olmadığı için, hastanın soluk alma gibi bazı beyin aktiviteleri sağlamdır. Bazı durumlarda hastalar aylar ve hatta yıllarca destek tedavisi ile yaşayabilir ve ender durumlarda yaşama dönebilmektedirler.

• S: Örneğin kalp nakli kapılmış bir kişinin ömrü boyunca hangi ilaçları kullanması gerekir? Bu ilaçların ve hastanın devlete yıllık maliyeti nedir?

C: Organ nakli sonrası hastaların kullanması gereken immunosüprasif ilaçlar vardır. Ek olarak, kişinin diğer sağlık sorunlarını kapsayan ilaçlar ve ilaç dozları kişilere göre farklılık içermektedir. Organ nakli sonrası ilaçların kullanımı ve kontrol muayenelerine gösterilen düzen sayesinde yaşama süresi
değişmektedir.

• S: Organ nakli yapılmış kişilerden en uzun yaşayan hasta kaç yıl yaşamıştır?

C: Cevap verilmedi.

Anlaşılan dini meselelerimizle ilgilenmekten, sağlıkla ilgili sorunlarımızı çözmeye pek vakitleri yok. Bakanlık verdiği cevapta; Organ yetmezliğinin önemli bir halk sağlığı sorunu olduğunu kabul ediyor ve nedenleri arasında ise ‘düzensiz ve yanlış beslenme olduğunu belirtiyor. Bakanlığın ‘tuz kısıtlaması, sıvı alınması, kilo, şeker ve tansiyon kontrolü gibi konularda kampanyalar’ yürüttüğünden söz ediyor. Hepsi bu demek ki? Gerçi daha fazlası olsaydı hepimizin haberi olurdu. Ama yok işte, hepsi gerçekten bu kadar. Sağlık Bakanlığı yalnızca tedavi ile ilgilendiğinden, organ yetmezliğine de yol açan, tüketilen gıdaların içeriğiyle ne yazık ki ilgilenmemektedir. Gıdaların sağlıklı olup olmadıklarını tespit etmek amacıyla girişimlerde bulunmamaktadır. Lokanta masalarındaki tuz tüketimini azaltmak gibi bir komediyle uğraşan bakanlık, tuzlara akışkanlık için eklenen E536 siyanürle, gıdalara raf ömrünü uzatması için ölçüsüzce eklenen sağlıksız tuzlarla, ya da MSG (E621) gibi organ yetmezliğine de yol açan tehlikeli katkılarla ilgilenmemektedir.

Sağlık Bakanlığı, medyatik bir şova ve ticari bir araca dönüşen organ nakli uygulamaları için büyük zaman ve dev kaynakları seferber etmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak için değil, amiyane tabirle ‘hastalan gel, seni yamarız, tamir ederiz, değiştirilecek parçalarını değiştiririz’ demeye çalışıyor. Bakanlığın, milyonlarca insanın ölümcül tarım kimyasallarıyla yetişmiş ve işlenmiş sözde gıdalarla beslenmesi, toksik madde deposuna dönüşmüş sağlıksız sular, zehirli çevre konusunda hiçbir girişimde bulunmazken organ nakli konusunda canhıraş çalışması sizce de manidar değil mi?

Dünyanın bazı bölgelerinde böbrekler, karaciğerler kısacası birçok organ, organ yetmezliği yaşayan hastalara yüksek meblağa satılıyor. Dönen para o kadar büyük ki, bunun için cinayetler bile işleniyor. Kandırıp organları çalınan insanlar ve kaçırılıp organları için öldürülen çocuklara dair haberleri sık sık görürüz. Lakin ateş bizim ocağa düşmeyince bunlar sadece üçüncü sayfa haberlerinden öte bir anlam taşımaz çoğumuz için.

Bu alçak cinayetlerden biri de 2009’da ortaya çıkarıldı. AP haberine göre, Peru’da yakalanan bir çetenin insanları kaçırıp, öldürerek yağlarını aldıkları ve bu yağları kozmetik sektörüne sattıkları ortaya çıktı.296 Dünyayı ayağa kaldırmaya yetmeyen bu haber, vahşetin hangi noktaya geldiğini gösteriyor. Organ ticareti vakayı adiyeden diyenlerin yüzlerini kızartan bu haber insanın kalp, böbrek, karaciğer gibi bildik organlarının değil, vücudundaki her parçanın farklı farklı amaçlar için ve farklı sektörlerin hizmetine (!) sunulmak için alınıp satılabildiğini de ispat ediyordu. İnsan vücudundaki yağların, sıvıların, dokuların, mikrop öldürmeye yarayan antikorların ve hatta DNA’ların bile dünyada bir alıcısı, dolayısıyla da bir pazarı varmış.

296 www.stuff.co.nz/world/americas/3082959/People-killed-(or-fat-to-make-cosmetics

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”İNSAN ETİ VE KANIYLA BESLENEN EKONOMİ
Londra Üniversitesi’nde Tıp Etiği Profesörü ona Dickenson’un, Vücut Alışverişi: Et ve Kanla Beslenen Ekonomi297 adlı eserine göre, artık bilinen bir ‘insan parçaları ticareti’ söz konusu. Dickenson’un verdiği bilgilere göre; bugün deri parçasından yumurta ve embriyoya, göz retinasından kana ve hatta vücut yağlarına kadar insan vücudunun her bir parçası uluslararası dev bir pazarda alınıp satılıyor, belki de kapışılıyor. Hatta hatta her bir parçası kapışılıyor.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Unutulmaması gereken bir başka ayrıntı ise, Türkiye Cumhuriyeti Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının 11 Mart 2013’te yayınladığı ‘Türk Gıda Kodeksi Gıda Katla Maddeleri Yönetmeliği Taslağı’nda insan DNA’sı bulunan katkı maddelerinin ülkeye girişi 2014 yılı itibariyle yasaklanmasını öngörüyor. İnsan sormadan edemiyor, insan DNA’sı taşıyan katkı maddesi nasıl elde ediliyor, hangi ürünlerle insanlara bunlar yediriliyor ve bu tüketimle kendi genlerini yiyen insanlar için nasıl bir sonuç ortaya çıkarıyor? Acaba insanlığın bu denli vahşileşmesinde kendi türünü yiyor veya yediriliyor olmasının bir etkisi var mıdır?

297 Body Shopping: The Economy Fuelled by Flesh and Blood adlı eser. “Yeni bir altına hücum dönemi yaşıyoruz, hedef insan bedeni. Allın madeni gibi bioteknoloji firmalan insan geninin patentini alıyor” diyen Prof. Donna Dickenson, Vücut Alışverişi: Et ve Kanla Beslenen Ekonomi adlı eserinde ‘converting body parts for profıt’ yani ‘beden uzuvlannı paraya çevirmeyi’ şu çarpıcı başlıklarla ele alıyor: Satılık bebekler, satılık kemikler. Bedeninize sahip olduğunuz fikrine nereden kapıldınız? Hediye niyetine satılık hücreler (stem celi). Hayır demeyi seven biobankalar. Frankeşlayn bu canavann patentini alır mıydı? Kendimi salın alırken, yeni bir yüz için alışverişe çıkmak. Benim bedenim, benim kapitalim, satılık organlar! Neden artık hepimizin bedeni, dişi bedeni oldu?

“Kanunların ve etik değerlerin, bu pazarı engellemesi mümkün değil” diyen Prof. ona Dickenson, gerekçelerini şöyle sıralıyor: “Çünkü ülkeler vücut parçaları ticaretine kanuni yasaklar koysa da, bu işi yapmak için bir pasaport yeterli. Örneğin, yumurtaların satılması veya bağışlanması Almanya, İtalya, Türkiye gibi ülkelerde yasak olsa bile bu ülkelerde yaşayan kadınların yumurta satışının serbest olduğu, İngiltere ya da İspanya gibi ülkelere gidip satış yapması pekâlâ mümkün. Zira bu ülkelerde birçok genç kadın, okul masraflarını yumurtalarını satarak karşılıyor.

İnsan vücut parçalarının ticaretinin yasak olduğu ABD’de de yasal olmayan büyük bir pazar mevcut. Hatta ABD sınırları içerisinde belirlenmiş bir fiyat listesi bile var. Tabii rakamlar ülkeden ülkeye değişim gösteriyor. Dünya çapında yılda yapılan 65 bin 700 nakil ameliyatıyla en çok rağbet edilen organ olan böbrek, Güney Afrika’da 700, Hindistan’da 1200, Filipinler’de 2000, Moldova’da 2700, Mısır’da 2700, Türkiye’de 10-15 bin, Çin’de 20 bin, ABD’de ise 30-90 bin dolara satılıyor. En popüler insan parçaları böbrek, karaciğer ve kalp olsa da, vücuttaki her bir zerreciğin bir alıcısı var. Örneğin kemik tozu diş operasyonlarında, deri parçaları yanık vakalarında, plasentalar kozmetik ürünlerinde kullanılıyor. İnsan vücudundaki yağlar bile değerli. Çünkü yağlara da kozmetik endüstrisinde, dudak ve göğüs şişirme gibi operasyonlarda dolgu malzemesi olarak ihtiyaç duyuluyor. Öte yandan, Rusya’da da akıl almaz bir başka pazar göze çarpıyor. Buradaki son derece fakir Ukraynalı kadınlar, kürtaj olmak suretiyle rahimlerinde büyümeye başlayan fetüslerini satıyor. Çünkü fetüslerden elde edilen maddeler kozmetik endüstrisinde gençleştirici tedaviler için kullanılıyor! Çin’de ise bu pazarı bizzat hükümet elinde tutuyor. Çin hükümeti hapishanelerinde idam edilen mahkûmların vücut parçalarını satıp buradan elde edilen parayı sağlık ve savunma sisteminin bütçesine aktarıyor.

Vücuttaki her türlü dokuları, sıvıları, zarları tıbbi, kozmetik, genetik gibi alanlarda kullanmak üzere değerlendiren laboratuarlar ve biyoteknoloji şirketleri şimdilerde keşfettikleri genlerin patentini alma konusunda da birbiriyle yarışıyor. Öyle ki her beş genden birinin patenti alınmış durumda. Vücut parçalarınız sizin vücudunuzdan ayrıldıktan sonra üzerinde hiçbir hak iddia etme şansınız yok demek bu! Yani bir operasyonla vücudunuzdan alınan ve

ORGAN ALDILAR AIDS’TEN ÖLDÜLER?

Emanet olan hayatı, yeme, içme ve cinsel hayattan ibaret sanan insanların önemli bir kısmı organlarını erken kaybediyorlar. Kaybedilen organların telafisi için varlık sahibi olanlar, servetlerini harcamaktan çekinmiyor. Organ alıcıları arasında ünlü Arap zenginlerinin de olduğu biliniyor. Doksanlı yıllarda çoğunluğu Arap olan 10 böbrek alıcısının tamamı ilk 6 ayda AİDS’ten ölüyor. Ne ironik değil mi? Daha uzun yaşamak için yapılan nakil ölüme götürüyor. Günümüzde insanların çoğu ölümden korkuyor ve modern dünya filmlerden reklamlara pek çok kanalla bilinçaltına ölümsüzlük duygusu aşılıyor.

MOLDOVA-İSTANBUL ORGAN HATTI!

Organ ticareti konusunda örnekler sıralamakla bitmez. Son olarak Türkiye’yi de ilgilendiren birkaç örnekle tamamlayalım bu bölümü. Batı basınında yer alan haberlere göre, Moldova’nın Mingir kasabasından İstanbul’a getirilen kurbanlar iyice beslendikten sonra, ameliyat masasına yatırılıp böbreklerinin alındığı tespit edilir.299 Nicolea Bardin, bir ev uğruna Mingir’den gelip, İstanbul’da böbreğini satanlardan biridir.

Nicolea Bardin, Moldova gibi ülkelerde sokak sokak gezip fakirleri organlarını satmayan ikna eden bir kadın tarafından “kandırılan” iki çocuk babası bir erkek. Bu kadının öncülüğünde önce otobüsle Ukrayna’ya, oradan da uçakla İstanbul’a getirilir. Bardin, ameliyat öncesinde günlerce 6-7 kişiyle aynı odada kalır. Ameliyat masasına yattığında da eline bir kâğıt tutuşturulur ve imzalaması istenir. Bu kâğıtta ameliyatla ilgili tüm sorumluluğu üstlendiği yazmaktadır. Ameliyattan sonra dikişleri bile alınmadan otobüsle ülkesine geri gönderilir.

Bütün bunlar sadece 2 bin 300 avro içindir. Ancak bu para, Bardin’in yaşadığı kasabada bir ev almaya yettiğinden aynı yolla 15 kişi daha Türkiye’nin yolunu tutar. Gelenlerden iki kişi hayatını kaybeder. Organ bağışını destekleyen, ‘bir böbrek alındığında vericinin hayat kalitesi değişmez diyenlerin gerçek dışı beyanlarını yüzlerine çarparcasına, bu vericilerden birçoğu halen sağlık sorunlarıyla uğraşıyor ve böbreklerini satarak aldıklarından fazlasını tedavilerine harcamak zorunda. Bu olayla ilgili bir başka önemli detaysa şu: İstanbul’da gerçekleştirilen bu organ ticaretinde alınan böbreklerin çoğu İngiliz, Kanadalı, Amerikalı ya da İsrailli zengin hastalara gidiyor!300

299 news.bbc.co.uk/2/hi/events/newsnight/1437345.stm
300 magazin.milliyet.com.tr/moldova-istanbul-organ-hatti-/yasam/magazindetay/23.09.2010/1292531/defaull.hlm

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”KÜRTAJ EDİLEN BEBEKLERİN BAŞINA NELER GELİYOR?
Tıpkı her tohumun yeşerme hakkı olduğu gibi döllenmiş her yumurta da bedeni oluşmaya başlamış bir insan namzedidir ve yaşamaya herkes kadar hakkı vardır. Ancak çeşitli nedenlerle maalesef bazı merhametsiz anne-baba veya tüccar tıpçıların gazabına uğruyor.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Burada, bazı kimseler bir cenine yaşama hakkı verirken, organ yetmezliği sorunu olan kimsenin ömrünün uzatılmasına karşı mısınız gibi haksız bir soru yöneltebilir. Elbette mesele hiçbir bireyin ömrünün uzatılması ve kısaltılması meselesi değildir. Allah’ın yarattığı canı, Allah’tan başka hiç kimsenin haklı bir nedeni olmaksızın almaya hakkı yoktur. Bu haklı nedenin ne olabileceğini de, ancak ve ancak Allah belirler ki belirlemiştir de.308

Kürtajın bir cinayet olduğunu, Allah-ü Teâlâ şu Ayetlerle bildiriyor: “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin (onları çeşitli usullerle yok etmeyin). Onlara da, size de biz rızık veriyoruz. Doğrusu onları öldürmek büyük bir günahtır”309 “Allah’ın haram kıldığı canı, haklı/meşru (bir sebep) olmadıkça öldürmeyin”310

Türkiye’de kürtaj, ilk kez 12 Eylül darbecilerinin çıkardığı bir tüzükle yasallık kazandı. “Rahim tahliyesi ve sterilizasyon hizmederinin yürütülmesi ve denetlenmesine ilişkin tüzük”312ün 3. maddesinin ‘rahim tahliyesi’ dediği kürtaj; “Gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar, kadının sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı takdirde, istek üzerine rahim tahliye edilir. Rahim tahliyesi, kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarınca yapılır” hükmüyle yasallık kazandı. Yani, gebeliğin ilk 10 haftasına kadar kürtaj yaptırmak meşru kabul ediliyor. Darbeciler her ne kadar sağlık gerekçesi ileri sürseler de, çalışmanın gerçek amacı, küresel nüfus kontrol şeytanlığına hizmet etmekti. Öyle de oldu, yüzbinlerce masum bebek katledildi.

308 Bakınız Nisa Suresi 93. Isra 33. Mâide Suresi 32, Organ nakliyle ilgilenen çoğu kimse Mâide Suresi’nin 32. Ayet-i Kerimesini, tabiri caizse Bektaşilik yaparak birinci bölümünü görmeden, ikinci bölümü üzerinden örneklerler: “Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanlan öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtanrsa) bütün insanlan diriltmiş gibi olur”. Kim bilir belki de ‘beyin ölümü’ denilen halde, daha ruhunu teslim etmeden birileri doğal bir şekilde ölme hakkından mahrum bırakılarak bisturi ile öldürülüyorlardır. Belki de böyle düşünerek biz yanılıyoruzdur. Muhakkak ki en iyisini Allah c.c. bilir.

309 İsra Suresi, 31. Ayet-i Kerime
310 İsra Suresi, 33. Ayet-i Kerime
311 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Müslüman’ın Hayat Bilgisi, s 46-47, HayyKitap.
312 Bakanlar Kurulu Karar Tarihi – No: 14/11/1983 – 83/7395, Resmi Gazete’nin 18/12/1983 tarih ve 18255 nolu sayısı – www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/5130.html

Sağlık Bakanlığının bilgi paylaşımı konusunda korkak davranarak olup bitenleri gizlemesi birçok sorunun gündemde olmasını da engellemektedir. Oysa tıp dünyası ve piyasa gerçekleri, Bakanlığın verilerinden çok farklı. Ne yazık ki günümüzde cenin ve plasentalar tıbbi atık olarak değerlendiriliyor. Zaten 10 haftaya kadar olan bebekler rahimden parçalanarak çıkarılıyor ve yoğun kan pıhtıları halinde olduğundan plasentadan ayrılamıyor. 13-20. haftaya kadar olan bebeklerin patolojiye gitme zorunluluğu var. 20. haftadan büyük olanlara istenirse otopsi yapılıyor ya da ölü bebek statüsünde aileye veriliyor. Kimileri alırken, kimisi de almıyor. Hastanede kalanlar tıbbi atık olarak çöpe atılıyor. İstanbul Zeynep Kamil Hastanesinde bir uzman hekim beş yıl önceye kadar plasentaların nasıl değerlendirildiğini şöyle anlatıyor: “Hastanede plasentaların saklandığı özel dolaplar vardı. Bebek doğar doğmaz plasentasından ayrılıyor ve dolaba atılıyordu. Hastane belli firmalarla anlaşmış, yetkililer 15 günde bir gelip alırdı. Kozmetik ürünler yapılırken plasentanın hücrelerinden yararlanılıyormuş. Zaten hastaneye konan dolaplar da kozmetik firmalarınındı. Hepatit B ve C yaygınlaştıktan sonra, firmalar plasentaları almamaya başladı. Çünkü bu hastalıklar plasentalarda da olabiliyor ve temizlemek de mümkün değil. Şu an Zeynep Kamil, Göztepe gibi büyük doğum hastanelerinde plasentalar çöpe atılıyor.”318

318 www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-13073-26-benim-de-canim-var-anne.html (5 Aralık 2005)

Doğumdan sonraki ilk 10 dakika içinde alman kordon kanı uygun şartlarda dondurulup, kordon kanı bankasında saklanıyor. Bu kök hücreler gerektiğinde çözülerek kullanılabiliyor. İlk kordon kanı nakli, 1988 yılında gerçekleştirildi. 1995 yılından itibaren dünyada kordon kanı bankaları, yeni doğanların kordon kanlarının saklanabilmesi için yaygın olarak faaliyete geçti. Ancak kordon kanı saklamanın kimler için uygun ve gerekli olduğu konusunda henüz tam bir fikir birliği yok.

Saklanan kordon kanındaki kök hücreler, gerekli olduğu durumda hemen kullanılabilecek halde olurlar. Bu durum, hastalıkların ilerlemesini önleyebilmek için en kısa sürede tedavinin zorunlu olduğu durumlarda önem kazanır.323

KÖK HÜCRE İÇİN BEBEKLERİ ÖLDÜRÜYORLAR

Merhametsizliğin sınır tanımadığı bir dünyada yaşıyoruz. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insan basit bir çıkar için kolayca ‘esfeli safilin olabiliyor. Bu yöndeki gelişmelerde, tıbbın şifa aracından çıkıp, ahlaki sınırlarını yok etmiş ticari bir araç hâline geldiğini gösteriyor. Bu konuyla ilgili, Ukraynada bir vahşet örneği yaşanıyor. BBC, yayınladığı görüntülerin Ukraynada sağlıklı doğdukları halde, uluslararası kök hücre tacirlerine satılmak üzere öldürülen bebeklere ait olduğunu duyurur. Habere göre ülkede doğumdan hemen sonra kaybedilen bebeklerin otopsi için mezardan çıkarıldıkları anlatılıyor.324

Tedavi amacıyla insanların kandırıldığı alanlardan bir diğeri ise ‘kordon kanı bankacılığı.’ Bu duruma isyan edenlerden biri olan Prof. Dr. Gülersu İrken, kordon kanı konusunda, insanların rant için kandırıldığını söylüyor. Kök hücrenin saklanması için, ilk yıl 1000-1500 dolar alındığını belirten Dr. İrken şöyle diyor: “Ankarada bir kişi restoran açmayı düşünürken bunun daha kârlı olduğunu görüp kordon kanı bankası açmış. Hasta olana, kendi kök hücresini vermenin tedavide yeri yok. Bir bebeğin kordon kanım doğumda sakladın. O çocuk sonunda lösemi oldu. Aynı kök hücreyi ona vermekle onu iyileştiremezsin. Bu kanı kendi çocuğun için değil, başkaları için saklatabilirsin.” Sağlık Bakanlığı da hoca gibi düşünüyor. Sağlık Bakanlığı yöneticilerinden Dr. Bekir Keskinkılıç; “Prof. Dr. Gülersu İrken kaygı ve uyarılarında büyük ölçüde haklı” diyor.

323 arsiv.ntvmsnbc.com/news/231787.asp
324 news.bbc.co.uk/2/hi/europe/6171083.stm

HAYVANDAN İNSANA NAKİL VE KANİBALİZM

5199 sayılı mezkur kanunda “hayvanların yaşadıkları sürece, tıbbi amaçlar dışında, organ veya dokularının tümü ya da bir bölümü çıkarılıp alınamaz veya tahrip edilemez” (madde 8) hükmü yer almaktadır. Söz konusu hükme göre, organ veya doku nakli ancak ölü hayvandan yapılabilir. Çünkü aynı maddeye göre, canlı hayvandan organ veya doku nakli, kural olarak yasaktır. Bununla birlikte söz konusu hükümde tıbbi amaçlarla, organ veya dokunun tamamen veya bir bölümünün alınmasına müsaade edilmiştir. Bu sebeple söz konusu hükmün; hayvanlardan insana organ ve doku nakledilmesine hukuki engel teşkil etmediği doktrini de kabul edilmektedir.

Hayvanları Koruma Kanunu “başkaca bir seçenek olmaması halinde, hayvanların bilimsel çalışmalarda deney hayvanı olarak kullanılmasına” (madde 9) imkân tanımaktadır.331 Bunun yapılabilmesi için hayvanların organlarının insana nakledilebiliyor olması şart. İnsanların organlarının naklinin bile doku uyuşmazlıkları ve savunma sisteminin reddi gibi nedenlerle sorunsuz bir şekilde sağlanamadığı bir ortamda, hayvanlardan nakil şimdilik mümkün gözükmüyor. Ancak insandan hayvana gen transferi sonucundan, insan-hayvan bileşimi tehlikeli bir varlık ortaya çıkarılması durumunda ne olur bilinmez. Ancak, fıtrata aykırı bu eylemin de nasıl bir sonuç ortaya çıkaracağını tahmin etmek de zor değil.

Konunun bir de dini boyutu var. İlahiyatçıların bu konudaki görüşlerine geçmeden önce iki doktorun yargısına bir göz atalım. “Transplantasyonda Etik” başlıklı makalenin yazarı doktorlar, diğer dinler hakkındaki eksik bilgilerden oluşan olumlayıcı yargılarından sonra da, organ nakline ‘hayvan kullanımına dini yönden bakacak olursak, domuzlar İslam’da ve Yahudilikte pis olarak kabul edilmekle birlikte, insan hayatı için gereksinim olması ve yasağın sadece domuz eti yemekle sınırlı olması nedeniyle, bu konu bir sorun teşkil etmez’ şeklinde veriyorlar fetvalarını.332

Bu zatların ifadesi sadece kişisel zanlarından ibarettir. Zira Kur’an-ı Kerim’in ilgili ayetlerinde haram kılınan şeyler333 sıralanırken, domuzun sadece eti zikrediliyorsa da, müfessirler ve fakihler, Enam Suresinin 145. ayetinde yer alan ‘rics’334 kelimesiyle, “…onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar”335 mealindeki ayeti birlikte değerlendirerek, domuzun kemiği, yağı, sütü dahil bütünüyle haram olduğuna hükmetmişlerdir. Buna göre domuzun bütün par¬çaları ‘meyte’ hükmünde olup, dinen necis sayılmıştır. Derisi tabaklansa bile, fakihlerin çoğunluğuna göre dinen temizlenmiş olmaz.336

331 portal.ubap.org.tr/App_Themes/Dergi/2009-83-531.pdf
332 Renal Transplantasyona Pratik Yaklaşım, s.107, Ocak 2004, 2. Baskı, (Op. Dr. Çağatay Aydın, Op. Dr. İbrahim Berber)
333 Bakara Suresi, 173; Mâide Suresi, 3; En’am Suresi, 145; Araf Suresi, 157. Ayet-i Kerimlerine bakınız.
334 Dinin haram kıldığı şey. Günah, pislik, murdarlık…
335 Araf Suresi, 157. Ayet-i Kerime

336 Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Domuz maddesi, c 9, s 507.

‘Domuz kalp kapağının, insan kalbine takılması caiz midir?’ şeklindeki soruya, Diyanet İşleri Başkanlığı şu cevabı veriyor: Hayati öneme sahip bir tedavinin helâl olan nesnelerle yapılabilme imkânı bulunmadığı hallerde, (zaruret gereği) tedavide haram olan nesnelerden de yararlanılabilir. Bu itibarla, kalp kapakçığının değişmesi zorunlu olan bir hastanın tedavisinde helâl yollarla bir alternatif bulunmaması ya da bulunan diğer çözümlerin verimli ve sağlıklı olmaması halinde domuzdan elde edilen kalp kapakçığının kullanılması da caiz olur.”

Diyanet’in cevabına göre fıtratıyla oynanmamış bir domuzdan söz edildiğine göre, insan geni aktarılmış bir domuzdan nakil için de ayrıca bir görüşe ihtiyaç var. Bu konuda ise Şeytan: “Onlara emredeceğim, onlar da Allah’ın yarattığını değiştirecekler…’’337 Ayet-i Kerimesinin dipnotunda, Diyanet Vakfı’nın yayınladığı Kuran-ı Kerim mealindeki şu önemli not ile bitirelim: “Allah’ın yarattığının değiştirilmesi, hem maddi alanda, hem de fıtrat alanında gerçekleşebilir. Zamanımızda, yeryüzünde doğal dengeyi bozucu her türlü girişimi bu çerçevede değerlendirmek mümkündür!’

337 Bakınız: Nisa Suresi, 3. Ayet-i Kerime.

ORİJİNALİNİ BOZDURMAMAK

Rahmetli kayınbabam son günlerine kadar hiç doktor yüzü görmedi, ilaç nedir bilmedi. Gerçi onlar eski topraktı. Çok ikram eder, az yerlerdi. Kendisi ile sohbet ederdik ve “Evlat, ben orijinalimi doktorlara bozdurmam. Bu emaneti sahibine sağlam götürmem lazım” derdi. Kavi bir mümin değildi ama karıncayı incittiğine şahit olan yoktur. O sözünde durdu ve orijinalini bozdurmadan gitti Rabbine. Allah uzun ömür versin babam da öyle.

Demek ki mümkün ve isteyince oluyor. Helâl ve temiz onlarından az342, öz343 ve akıllı344 olarak yersek ne organ yetmezliğimiz olur, ne de hayatımızı zindan edecek sorunlar. Ne doktor doktor gezeriz, ne de çuval çuval ilaca ihtiyaç duyulur. Ne hastane koridorlarında bekleyenimiz olur, ne ölümün ticarileşmesine izin veririz. Ne biz, ne de başkaları yavrusunu bekleyen anne misali “birisinin beyin ölümü gerçekleşse de organlarından bana da bir pay düşse” diye haberlere kulak kesilmek zorunda kalır, ambulansların yollarını gözleriz.

Kendi hatalarımız yüzünden meydana gelenler yüzünden Allah’ı (azze ve celle) ve kaderi suçlamamamız için Cenab-ı Hak hazretleri “Başınıza gelenler yapıp ettikleriniz yüzündendir”345 “Karada ve denizde fesat, insanların bizzat kendilerinin kazandıkları günahlar ve cehaletleri yüzünden”346 diye beyan ederek uyarıyor. Yapıp ettiklerimiz yüzünden başımıza gelenlerin faturasını kader ve imtihan olarak niteleyerek kendimizi masumlaştırmayacağımızı hiçbir zaman unutmamalı.

342 Akıllı çünkü: Çok yemek sağlık değil; hastalık, kötü ve kalitesiz bir hayata yol açar!
343 Akıllı çünkü: Nitelik yerine niceliğe önem verilmesi yani seçmeden önüne geleni tüketmek, elem verici sağlıksız bir hayata yol açar!
344 Akıllı çünkü: Akıllı ve mükerrem bir varlık olan insan, kendi bedeninin korunmasına gayret eder ve bunun gereğini yerine getiriri
345 Kur’an-ı Kerim, Şura Suresi, Ayet-i Kerime 30.
346 Kur’an-ı Kerim, Rum Suresi, Ayet-i Kerime 41. ,

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [pane title=”NE YAPMALI NE YAPMAMALI?
Kâinat; insanlar, melekler, cinler, şeytanlar, hayvanlar, bitkiler gibi canlı organizmaların yaşadığı kusursuz mekândır. Yeryüzü; insanlar, hayvanlar, bitkiler ve mineraller olmak üzere dört âlemden oluşur. Her şey bize bahşedilmiş birer emanet. Allah (c.c.) bu emaneti bizi ehil gördüğü için teslim etmiştir. Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifeleri ve yedieminleri olan insanlara verdiği görev: Emanete saygı göstermek ve onu özenle korumaktır. Bu kaynakları kullanırken insanın, emanet bilinciyle hareket etmesi ve israf etmemesi gerekir. Kuran, tabiatın nesne olarak algılanmasını reddeder ve buna göre bir zihin inşa eder. Çevreye bütüncül, manevi ve dengeli bir bakış vaz eder. İslam âlimleri tabiatın, yalnızca bedenleri değil aynı zamanda ruhları da beslediğini söylerler.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Hz. peygamber (s.a.v.);
Kıyamet vakti bile gelse mutlaka ağaç dikilmesini,
Savaş anında bile olsa bitki örtüsü dahil hiçbir canlıya zarar verilmemesini,
Tüm canlılara merhamet edilmesini,
Su kaynaklarının kirletilmemesini
Doğal dengenin tahrip edilmemesini emreder; bunu yapmanın dünyevi ve uhrevi cezasının olduğunu aksine merhamet edenlere ise sevap var olduğunu bildirir.

İsrafın her nevini reddeden Hz. Peygamber (s.a.v), nehirde abdeste alırken bile su israfını reddeder. Allah (c.c.) ise “Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri, sevmez”347 ve “Muhakkak ki Allah; adaleti, iyiliği ve akrabaya iyiliği emreder. Ahlâksızlığı, fenalığı, zulmü ve azgınlığı da yasaklar. İyice anlayıp tutasınız diye size öğüt verir”348 buyurur. Her Müslüman şunu söylemekle mükelleftir: “Ey Rabbimiz! Hiçbir şeyi boş yere yaratmadın. Biz Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru.”

İslama göre her varlık Allah tarafından bir amaca hizmet için yaratılmıştır ve yaratılışından doğan hakları vardır. Bitkilerin, hayvanların, ağaçların hatta dağların dahi insanlar üzerinde hakları vardır. Bedenin yani ruhun ve nefsin de insan üzerinde hakları vardır. İslam, diğer varlıkların haklarının insanın ona verdiği hakla sınırlı olduğu fikrini reddeder. İslam insanı eşrefi mahlûkat olarak tanımlar yani insan yaratılmış varlıkların en zirvesindeki canlıdır ve kâinatın onun emrine verildiğini bildirir. Ancak hiçbir şeye hükmetmesine de izin ver¬mez. İnsan tabiattan ihtiyacı kadar istifade eder, israf edemez, kirletemez. Hiçbir şey sorumsuzca ve sınırsızca tüketilemez. Aksi durumu ise zulüm olarak görür.

347 Araf Suresi, 31. Ayet-i Kerime.
348 Nahl Suresi. 90. Ayet-i Kerime.

İnsan elbette bu canlılardan yararlanacaktır ancak bu ona istediği gibi davranma iznini vermez. Tabiatın yegâne amacı, insana hizmet değildir. El Birûni şöyle der: “însan doymak bilmez arzuları uğruna âlemleri istismar etme hakkı¬na sahip değildir.”

İnsanın diğer tüm canlılara karşı önce sorumluluğu sonra da hakları vardır. Hak, sorumluluk yerine getirildiği zaman doğar. Bu kendi bedeni için de geçerlidir.

İslam âlimleri, bir canlı türünün yok edilmesini, Allah’ı zikreden bir varlığın yok edilmesi olarak yorumlayarak insanın bunu yapmaya hakkının olmadığını bildirir.

Geçmiş İslam şehir ve mimarisine bakıldığından İslam’ın çevreye verdiği değer açık seçik görülür.

Ahlaktan yoksun bir güce dönüşen modern sanayi, insanı da içine alan tabiatı saran bir kanserdir. İnsanın kendi eliyle yarattığı o kanser gelir bir gün o insanı ve ona sessiz kalanları da yer bitirir. Oysa Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Rahmanın yaratılışında hiçbir düzensizlik göremezsin. Tekrar dönüp bak. Herhangi bir yerde bir bozukluk veya bir çatlak görüyor musun? Gözünü tekrar tekrar gezdir. Ancak gözün yorulup ümitsiz bir şekilde geri dönecektir”349 Bu ayet bize tabiatta yararsız hiçbir şeyin olmadığını söyler. Bir Müslüman dileği gibi yaşayamaz. Anlamsız bir hayat sürmesi yasaklanmıştır. Aliya İzzetbegoviç merhum der ki: “Çevre ile uyumlu olmak insan olmanın gereğidir. Çevre ile uyumlu olmadan Müslüman kalınamaz” Yine Cenab-ı Hak Teâlâ; “Ekini ve nesli mahvetmeye çalışmayın. Allah fesadı ve bozgunculuğu sevmez…”350 buyurur. İslam âlimleri: “İnsan tabiatın efendisi değildir. Dünya insanın malı da değildir. Gelişigüzel ve sorumsuzca kullanamaz. Tabiat Allah’a aittir ve insana usulünce kullanılması için emanet edilmiştir” görüşündeler. Ayette belirtildiği üzere aksi durum bozgunculuktur ve her suçlu gibi tabiatı tahrip eden de bunun hesabını Allah’a verecektir.

349 Mülk Suresi, 3-4. Ayet-i Kerime.
350 Bakara Suresi, 205. Ayet-i Kerime.

Allah (c.c.) “Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz351 olanlarından yiyin, bu hususta azgınlık etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner”352 buyurarak hem kesin bir ölçü koyuyor hem de uyulmadığında ortaya çıkacak musibet ve ceza konusunda uyarıyor. Hiçbir Müslüman bunu ben kazandım, istediğim gibi tüketirim diyemez. Bedenini helâl ve temiz olanlarla beslemesi nasıl kişi üzerine farz ise ona zarar verecek ve onu sağlıksızlaştıracak şeyleri vermesi de yasaktır.

İslam hukukunda, herkesin katışıksız/temiz hava, temiz su ve toprak hakkı vardır. İslam hukuku meraların mülk edinilmesini reddeder ve bu arazileri insanlığın ortak alanları olarak görür.

Müslüman düşünürler İslam’ın altın çağlarındaki uygulamaları referans göstererek çevrenin bozulmasını, insanların Allah’ın iradesine göre yaşamamalarını, gayri meşru kâr peşinden koşarak fesat ve bozgunluk yapmalarını, yeryüzüne tahakküm etmeye kalkmalarını, bencil ve hedonist (hazcı) davranmalarını, fıtratın yani yaratılışın şeytani bir telkinle bozulmasına bağlamaktadırlar.

Çevre bilincini ise aşılanması gereken değil, canlandırılması gereken bir zaruret olarak görürler. Onlara göre çevrenin korunması hem sefaleti azaltacak, hem de insan onurunu koruyacaktır. 19. yüzyılda başlayan ve pozitivistler tarafından modern alandan dinin tasfiye edilmesi, ahlaksız ve çıkarcı bir insan tipi inşa etmiştir. Ne yazık ki Müslüman toplumlar da bundan önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Bunun neticesinde ise fıtrat önemli ölçüde bozulmuş, tabiatın kutsallığı yok olmuş ve insan içinde yaşadığı çevreye yabancılaşmıştır. Maddeci bakış, tabiatı ve orada yaşayan her şeyi sömürülmesi gereken bir meta olarak görmektedir. İslam her yaratığa Yaratan’la ilişkisi nedeniyle saygı gösterilmesini ister.

Yunus Emre bunu şu beyti ile özetler:

Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gör / Yaratan’dan ötürü

Bu konuda bize ilginç gelen bir gelişme ve haberleştirilme şekli aslında olup biten her şeyi gayet net izah ediyor.

351 Kur’an-ı Kerim burada ‘tâhir’ kelimesini değil ‘tayyib’ kelimesini tercih etmiştir. Neden acaba?
352 Taha Suresi, 81. Ayet-i Kerime.

Peki, o halde böbreğini kaybeden kişi ve yakını, o kişinin bu hale gelmesi için her türlü gayri sıhhi ortam, temiz olmayan gıdalar sunulmasına göz yuman devlet ve de bunları görüp devlete müdahale etmesini istemeyen Diyanet masum mu? Neden insanlarda bu denli -böbrek başta olmak üzere- organ yetmezliklerine yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması ve engellenmesi için çalışmak yerine tali meselelere zorla çözüm üretmeye uğraşırlar? Meselenin iki boyutunun birlikte götürülmesi daha doğru bir çözüm değil midir?

Din İşleri Yüksek Kurulunun bir başka kararı ise 14.12.2006 tarihli. Kurul, kararında ‘Kişinin Yaşam Destek Ünitesi’nden çıkarılması konusunda şu değerlendirmede bulunuyor:

“Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi;
a) Beynin kesin olarak bütün fonksiyonlarını yitirdiğine,
b) Bu durumdan geri dönüşün artık imkânsız olduğuna, uzman tabiplerce karar verilmesi şartıyla yaşam destek ünitesinden çıkarılabilir.”

(Kemal Özer, Organ Nakli Hakkında Gizlenen Gerçekler, Hayy Kitap, 2013)

[/pane] [/accordion]

NOT : Ayrıntılı bilgi için http://misvakvehacamat.com/organ-ve-kan-naklinin-sakincalari/

Bu Konuda Ayrıntılı Bilgi İçin :

Organ_Nakli_Kapak_Revize

misvakhacamatkapak-234

224_18

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu