Diyanet

Kur’an İslamı / Kur’âniyyûn Anlayışı İtikadi Bir Sapmadır!

Tarihte “Kur’âniyyûn”, “dinde delil olarak sadece Kur’an’ı kabul ederiz, sünnet de dahil olmak üzere, başka hiçbir şeyi dini delil olarak kabul etmeyiz diyen ve bu düşüncesiyle itikadi sakatlığa düşen bir fırkadır. Bu anlayışın savunduğu dini anlayışa, “Kur’an İslamı” denmektedir. Bu kavramın bünyesinde yer alan “Kur’an” sözcüğü, ilk bakışta bu anlayışın iyi bir akım olduğunu zanneder. 19. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’da Seyyid Ahmed Han tarafından ortaya atılan bu akımın etkilerinin hala devam ettiği anlaşılıyor. Şöyle ki:

Kur’an İslamı” saçmalığını aleniyetle savunan bir yazı, geçtiğimiz günlerde/aylarda hiç de beklemediğimiz bir sitede yayınlandı. “Kur’an Yetmiyor mu?-I” başlığıyla, “habervakti.com”da çıkan yazıda, “Kur’an dışında sünnet de dahil, dini hiç bir metnin kutsal ve geçerli dini delil olarak kabul edilemeyeceği belirtilmektedir. Buna gerekçe olarak da güya sünnetin bugüne kadar korunamadığı iddiası ileri sürülmektedir. Buradan hareketle Yazar, sünnet’in dini bir kaynak olarak kabul edilmesini, “Allah’a yalan isnad etmek ve Kuran’ı yetersiz bulmak” olarak kabul etmektedir. Yazar’ın bir yanda sünnetin korunamadığını iddia etmesi, diğer yanda ise savunduğu tezi desteklemek için, modernistlerin hurafe (!) hadis kitabı olarak niteledikleri “Râmûz”dan bir hadisi delil olarak göstermesi, perhiz yanında lahana turşusundan daha beter bir durumdur.

Baştan sona çelişki ve mugalatalarla dolu olan yazıda, edep sınırları da epey zorlanmış görünüyor. Zira yukarıda belirtildiği gibi yazıda, imanının gereği olarak sünnet’i dini bir delil olarak kabul eden Müslüman, “Kur’an’ı yetersiz bulmakla” suçlanmaktadır. Sünnet’in, Kuran’ı açıkladığını veya yerine göre müstakil hüküm de koyabileceğini kabul edenler ise “Allah’a yalan isnad etmekle” suçlanmaktadır. Müsteşrikler bile bunu böyle açıkça söylemek yerine, kırk dereden kırk su getirerek usturuplu bir tarzda söylerler. Böylece zehirleri de fark edilmez.

Sünneti korumaya gelince, Allah Teâlâ Kur’an’ı kıyamete kadar korumayı vâd ettiğine göre, bununla kastettiği dinini korumaktır. Sünnet, dinin olmazsa olmaz bir delilidir. O zaman dinin ana kaynağı olarak Allah Teâlâ, sünneti de korumayı vâd etmiş demektir. Kur’an’ı korumaya gücü yeten Allah’ın, sünnet’i korumaya gücü yetmeyecek midir? Hâşâ!

Kur’an İslamı” denen küfür bir düşünceyi kabul edenler, en kısadan, namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, zenginse haccetmiyor, cenaze namazı kılmıyor ve kıldırtmıyor ve boy abdestini de yanlış alıyor demektir. Çünkü Kur’an’da bunların nasıl yapılacağına dair hiçbir bilgi yok. Sünneti inkâr edenler, taklit yoluyla bu ibadetleri yapacak olsalar şayet, yaptıkları o ibadetleri de kabul olmaz. Çünkü inanmadığı işi yapıyorlar. İslam itikadında, iman olmadan amel kabul edilmez.

Hadisleri/sünneti inkâr eden bir kişi, sadece Kur’an’a bakarak sahih bir evlilik bile yapamaz. Hadislere bakmaz ve fıkhi birikimden yararlanmazsa, nikah akdinde şahitlik şartının olduğunu bulamaz. Zira Kur’an’da şahit gösterme emri, ticaret hukuku bağlamında gelmiştir (Bakara, 2/282). Bu nedenle İmam Şafii (r. aleyh), bu ayette belirtilen “şahitliğin gerekliliği” hükmünün, nikah akdine taşınamayacağını kabul eder. Hanefi doktrin ise, bunun nikahtaki şahitlik için de geçerli olduğunu kabul eder. Nikahta şahitliğin gereğini açıkça ortaya koyan asıl delil ise hadisi şeriflerdir. Nikahta veli izninin gerekli olup olmadığıyla ilgili konuda da benzer şeyleri söylemek mümkün. Kısaca sünnet olmadan, Kur’an’da nikah akdinin şartlarını dahi ortaya koyamazsınız. Nikah akdinde şartlar ortadan kaldırılırsa, icap ve kabul mevcut olsa dahi, geriye “zina” dan başka bir şey kalmaz.

Nikahla ilgili bir başka örnek daha verelim: Kuran Kerim, “… o kadınlardan faydalanmanıza karşılık olarak belirli bir hak olarak ücretlerini verin …” (Nisâ, 4/24) buyurur. Bu hüküm uzunca bir ayetin içerisinden bir kısımdır. Bu ayetteki “ücret” kavramının, mehir olduğunu biz hadislerden öğreniriz. Sünnet devre dışı bırakıldığında bu ayet, fuhşun meşruluğuna da delil olarak getirilebilir hâşâ. Şiâ’nın, mut’a nikahına bu ayetleri delil getirdiği gibi. Ayet-i kerimenin öncesinde, “iffetli yaşamak ve zina etmemek şartı” getirilmişse de aynı ayet-i kerime içerisindeki “… o kadınlardan faydalanmanıza karşılık olarak belirli bir hak olarak ücretlerini verin …” ifadesi, müstakil bir hüküm görünümünde olduğundan, sünnet’i dışlayarak Kur’an’ı anlamaya ve hüküm çıkarmaya çalışan bir “zavallı”, ayet-i kerimenin bu bölümünden “ücret karşılığı yapılan zinanın” meşru olduğunu anlayabilir.

Kısaca biz, nikahın şartlarını ve keyfiyetini dahi ancak hadislerden/sünnetten öğrenebiliyoruz. Yoksa nikahımız batıl/hükümsüz ya da fâsid olur. Görüyorsunuz ki hadisler olmadan, makbul bir evlilik bile yapamıyoruz. Nikah konusu bir yana, sünnet olmadan bir kimse, bir rekât namaz bile kılamaz.

Bütün bunların yanında sünnet, Kur’an’da hiç bulunmayan müstakil hükümler de vaz’ eder. Örneğin; Bir kadının halası veya teyzesiyle birlikte aynı anda bir erkeğin eşleri olarak bulunmasının haramlığı, Kur’an’da yer almaz, sadece sünnet tarafından bildirilir. Süt ana ve süt kız kardeş dışında, süt teyze ve süt hala gibi kadınlarla evliliğin haramlığı da sadece sünnette yer alır. Aynı şekilde mest üzerine mesh, yeminle hüküm vermek, âkile’ye diyet borcu, ninenin mirası, yırtıcı kuşların etinin haram olması gibi şer’î hükümler de yine Kur’an’da yer almayan, sünnet’in müstakil olarak koyduğu hükümlerdir.[1]Kur’an İslamı” deyip, sünneti reddeden çevreler bu hükümlere uymuyorlar mı acaba?..

Görüldüğü gibi bu ayetler, sünnet’in, kesinlikle dini delil olduğu ve bağlayıcı olduğu ve bunun doğrudan inanç meselesi olduğu hakkında sadece bir kısım örnektir.

Oryantalist akım, Müslüman toplumu kendi dinleri aracılığıyla bozmak için, Kur’an’dan başka dini delil kabul etmemek yaklaşımlarıyla bize bu zokayı yutturmaya çalışmaktadırlar. Ondan sonra da hizmetlilerimiz, üniversite tuvaletlerinden ha bire “düşük” toplarlar… Bir zamanların İslam havariliğini yapan çevreler tarafından bu görüşlerin savunulması, işin vahametini daha da artırmaktadır. İşte “habervakti.com” örneği ortadadır. “Ankara Okulu” müntesiplerinin de bir zamanların İslam havarileri olduklarının söylenmesi, oldukça düşündürücüdür. Bu ve benzeri durumlar, genelleme yanlış olmakla birlikte, eskinin İslam havarilerinin ciddi bir evirilmeye girip girmedikleri sualini akla getirmektedir.

Amelî ve itikad hükümlerde yeterli dini müktesebatı olmayanların sürekli meâl’e yönlendirilmesi de aynı neticeyi doğurur. Bu hususa, aklı başında hocalarımızın da dikkat etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Nitekim bugün başımıza dert olan ve sosyal medyada milletin beynini bulandıran pek sapkın anlayışlar, 90’lı yıllarda meşhur hale getirilen “mealcilik”ten neşet etmiştir.

İşin asıl tehlikesi ise itikadi yöndendir. Sünnete inanmayan bir kimse, kelime-i tevhidin ikinci bölümü olan “محمد رسول الله / Muhammedün Rasülüllah“a da inanmıyor demektir. Çünkü Allah Teâlâ, aşağıdaki ayet-i kerime meallerinde görüleceği üzere, Rasülüllah Efendimiz (s.a.v.)’e tebliğ, açıklama ve yasama görevi verdiğini, onun hevasından konuşmadığını, konuştuğunun ancak vahiy olduğunu haber vermiştir. Bunun yanında Cenâb-ı Hakk, Rasülü’nün verdiği hükme inanmayanların iman etmiş olamayacaklarını da yeminle bize bildirmiştir.[2] O zaman “Kur’ân İslamı” denen bir anlayış, Kur’an’a nasıl inanmaktadır acaba? Ne yazık ki bu şekilde sünnet’i inkâr, Kur’an’da Rasülüllah (s.a.v.)’e iman ve itaati emreden ayetleri inkârı da beraberinde getirmektedir, Allah korusun!

Şayet art niyetli değillerse, bu tür yazıları yazanlara, milyon kere milyon “yazıklar olsun!” diyoruz. Art niyetlilerse belki başka şey demek icap eder. Milletin bunca manevi değerlerine rağmen, bilerek bu yazıları yayınlayan sitelere de bir o kadarı söylenebilir. Paylaşanlar da lütfen dikkat etsinler ki, iyiliğe de kötülüğe de aracı olan bir kimse, Allah katında onu işlemiş gibi karşılık alır. Bu cinayetin en önemli yönü ise, toplumun Hakk’tan saptırılmasıdır.

Bu bakımdan, “habervakti.com” gibi dini ve milli değerlerine saygılı bildiğimiz bir sitenin böyle bir yazıyı yayınlamasını kendilerine yakıştıramadığımızı ve bundan dolayı da kendilerini şiddetle kınadığımızı açıkça ifade ediyoruz! Kusura bakmasınlar ama, böyle yazıların bulunduğu bir yerde artık ne haçlı seferine ne de siyonizmin plan ve projelerine ihtiyaç vardır! Müslüman olduğu gerekçesiyle böyle sitelere güvenen milyonlarca vatan evladı “güven içerisinde!” zehirleniyorlar demektir. Şahsen ben de bugüne kadar manevi değerlerimize saygılı bir site olarak gördüğümden eşe dosta da tavsiye etmişimdir. Eyvah ki kalelerin bir bir yıkıldığı endişesi bizi dehşete düşürüyor!

Denilirse ki; “Diyanet’in Reisi, (hadis ve sünnet kavramlarını farklı anlamlarda değerlendirdiği eserinde) hadisler sahih de olsa toplum tarafından kabul edilmediği ve toplumda uygulanabilirliği söz konusu olmadığı müddetçe dini değer ifade etmeyeceği anlamına gelen açıklamalarda bulunuyorsa;[3] aynı Diyanet Reisi ve Baş Yardımcısı, telif ettikleri kitap ve makalelerinde sünnetin hücciyyetinin en önemli delillerinden olan hadisi şerifleri, “sahabenin uyduruğudur” anlamına gelen açıklamalarla çürütmeye çalışıyorlarsa;[4] hatta Diyanet Reisi, sünnetin hücciyyetine delil olarak getirilen ayetlerin (aşağıdaki ayetler ya da bir kısmı vb.), konusunda delil olamayacağı hususunda müstakil bir makale yazmışsa;[5] aynı Reis, “sünnetin bir model olarak asırdan aşıra taşınamadığını” (ki sünnet bize ulaşmamıştır, demektir) söylüyorsa;[6] ve aynı Diyanet Reisi, “Kur’an’ın her asra tatbik edilebilmesinin önünde en büyük engelin sünnet ve hadis teşkil ettiğini”[7] ifade edebiliyorsa:Bir vatandaşın sosyal medyada ‘Kur’an İslamı’nı savunmasında ne var ki? O da aynı gerekçelerle Kur’an İslamı’nı savunuyordur?!” derseniz şayet, elbette burada nutkumuz tutulur!…

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Sünnetine Uymanın Zorunlu Olduğunu Belirten Bazı Ayet-İ Kerimeler[8]

Kur’an İslamı” saplantısıyla sünneti reddedenler, aşağıda mealleri verilen ayet-i kerimeleri bir kez daha gözden geçirmek mecburiyetindedirler. Konu ile alakalı ayet-i kerimelerden bazıları şöyledir:

“… Biz sana, insanlara indirileni açıklayasın diye bu Kur’an’ı indirdik ki düşünsünler” (Nahl, 16/44).

“…Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir” (Haşr, 59/7).

Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar” (Nisa, 4/65).

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlü’ne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir” (Nisa, 4/59).

“Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman, artık hiçbir mümin erkek veya kadının başka seçenek hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzab: 33/36).

“… O halde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin” (Enfal, 8/1).

“Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki merhamet olunasınız” (Âl-i-İmrân: 3/132).

“Kim Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur…” (Nisa: 4/80).

(Rasülüm) De ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âli-İmrân: 3/31).

“(Rasülüm, yine) De ki: ‘Allah ve Rasülü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez’” (Âli-İmrân: 3/32)

(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resülü’ne, o ümmi peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız” (A’râf: 7/158).

“…Şüphesiz ki sen, insanları dosdoğru yola, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yoluna iletirsin…” (Şûrâ: 42/52, 53).

Allah Teâlâ, insanlığa numune-i imtisal olarak gönderdiği Peygamber’inin, Allah adına asla söz uyduramayacağını da belirterek, zihinlerden şüpheleri silmiştir. Şöyle ki:

Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı mutlaka onu kudretimizle yakalardık. Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik. Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı.” (Hâkka: 69/44-47).

Görüldüğü gibi ayet-i kerimelerde, Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine uymanın zorunlu olduğunu, ona uymamanın ise sapıklık olduğu açıkça belirtilmektedir.

Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e Haram Kılma Yetkisinin Verildiğini Belirten Bazı Ayet-İ Kerimeler

Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e haram kılma yetkisinin verildiğini belirten bazı ayet-i kerime meali de şöyledir:

Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûl’e (Hz. Muhammed’e), o ümmi Peygambere uyan kimselerdir. O Peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yüklerini ve zincirlerini atar. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir” (Bkz. A’râf: 7/157).

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslam’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın” (Tevbe: 9/29).

Görüldüğü gibi ayet-i kerimeler, Hz. Peygamber’in, Kur’an dışında da Allah’la bağlantısının bulunduğu ve sünnet’in vahiy boyutunun var olduğu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Kur’an’a, yazılı vahiy anlamına “el-vahyü’l-metlüvv”, sünnet’e ise yazılı olmayan vahiy anlamına “el-vahyu gayru’l-metlüvv[9] denilmiştir.[10]

Fazlurrahmancılık anlayışının, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerini “vahy-i gayri metlüv” anlayışını kabul etmeyişlerinin altında yatan gerçek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sadır olan söz, fiil ve davranışların, Allah Teâlâ’nın kontrolünde vuku bulduğunun kabul edilmemesinde yatmaktadır. Aksi halde, Fazlurrahmancıların ileri sürdüğü “yaşayan sünnet” saçmalığı altında “sünnet”i, çağa göre yorumlama keyfiyeti ortadan kalkacaktır. Zira “vahy-i gayri metlüv” gerçeği, sünneti çağa göre yorumlayıp bir bakıma inkâr etmenin önünde ciddi bir engeldir. Bunun için Fazlurrahmancılık, bu engeli yok etmek için, hadislerin “vahy-i gayri metlüv” olduğu hakikatini inkara yeltenmektedir.

Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz’in Sünnet’ine İttibayı Emreden Bazı Hadis-İ Şerifler

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine uymanın zorunlu olduğunu, ona uymamanın ise apaçık sapıklık olduğunu beyan eden yukarıdaki ayet-i kerimeler, sünneti kabul etmeyen sözde “Kur’an İslamcılarıiçindi. Kur’an İslamcıları (Kur’âniyyûn) inanmasalar da müminlerin iman ile teslimiyet gösterdiği Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz’in konu ile ilgili hadis-i şeriflerinden birkaçını hatırlatalım:

Size iki şey bıraktım. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz: Allah’ın Kitab’ı ve benim Sünnet’im.”[11] (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, Menâkıb, 31; Ahmed, 4/127).

Haberiniz olsun ki, bana Kur’an ve O’nunla birlikte bir o kadar benzeri daha verildi. Dikkatli olun ki, koltuğu üzerindeki karnı tok bir adamın, “size şu Kur’an yeter, O’nda helal olarak bulduğunuzu helâl bilin, haram olarak bulduğunuzu da haram bilin.” diye konuşması oldukça yakındır. Haberiniz olsun ki Allah Rasülü’nün haram kıldığı şeyler, Allah’ın haram kıldığı şeyler gibidir…”[12] (Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Tirmizî, İlim, 10; Ahmed, II/367, IV/131; Dârimî, Mukaddime, 49; Hâkim, Müstedrek, I/190-192).[13]

Bizim yolumuza uygun davranış sergilemeyen kimsenin ameli kabül edilmez.” (Buhârî, İ’tisam, 20).

Hiç şüphesiz sözün en doğrusu, Allah’ın Kitabı’dır. Rehberliğin en güzeli Hz. Muhammed’in rehberliğidir. Amellerin en şerlisi sonradan ortaya çıkanlardır. Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’dır. Her bid’at dalalettir…” (Müslim, Cuma, 43; Nesâî, Iydeyn, 22; Ahmed, III/310; İbn Mâce, Mukaddime, 7).

Görüldüğü gibi hadis-i şerifler, sünnetin de bağımsız hüküm koyabileceğini ve inananlar için sünnet’e uymanın zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır.

DİB Başkanı Mehmet Görmez ve Kur’an İslamı

DİB tarafından 2001 yılında Kutlu Doğum haftası münasebetiyle Ankara’da düzenlenen “İslam’ın Anlaşılmasında Sünnet’in Yeri ve Önemi” konulu sempozyumun Ali Bardakoğlu başkanlığındaki II. Oturum Müzakeresinde Görmez, “hadis karşıtı söylem” olarak da ifade edilen “Kur’an İslamı” söyleminin eskiye dayanmadığını, aksine yakın çağlarda yeni ortaya çıkmış bir anlayış olduğunu belirterek bu konuda müstakil bir çalışmanın yapılmasını ısrarla talep etmekte ve bu konunun tartışılmasını istemektedir. Şöyle ki:

Sünnet/hadis karşıtı söylemler yahut Kur’an İslamı söylemi, aslında modern zamanlarla ilgili bir söylemdir. Gelecek tasarımı olan bir ideoloji. Bu ideolojinin iki temel felsefesi var, iki temel görüşü var. Biri Kur’an’a yöneliktir, biri sünnet’e yöneliktir. Kur’an’a yönelik temel düşüncesi, Kur’an her asra uygun yorumlanacak bir metindir. Sünnete yönelik temel düşüncesi ise, sünnet dinin kendisi değil, Kur’an’ın ilk asrının uygulamasıdır. Eğer siz, bu asırdaki uygulamayı ebedileştirirseniz, ideolojinin birinci ayağı tatbik imkânı bulamıyor. O zaman siz Kur’an metnini her asra göre yorumlayamıyorsunuz. Temel felsefe bu. Bu iki şey üzerinde bina edilen Kur’an İslam’ı söylemi ortaya çıkıyor.”[14]

Kur’an İslam’ı hakkında dünyada yapılan çalışmalardan söz ettikten sonra Görmez devamla şunları söylemektedir:

“Buralarda az önce ifade ettiğim bu temel felsefe bütün detaylarıyla ortaya konulmuş ve tartışılmıştır. Yani, Kur’an her asra uygun tatbik edilecek bir metin olduğunu ve bunun önünde en büyük engelin sünnet ve hadis teşkil ettiği. Dolayısıyla böyle bir oturumda, mutlaka, bizzat bu ideolojinin doğrudan ele alınarak tartışılması lazım. Hatta Hayri Hoca’nın (Kırbaşoğlu) bir teklifi vardı, keşke bu söylemin ele alınabileceği bir sempozyum düzenlenebilseydi.”[15]

Görmez, yukarıdaki metinde geçen “bizzat bu ideolojinin doğrudan ele alınarak tartışılması lazım” ifadesiyle, “Kur’an her asra uygun tatbik edilecek bir metin olduğunu ve bunun önünde en büyük engelin sünnet ve hadis teşkil ettiği[16] anlayışının gündeme alınmasını istemektedir.

Bir kimse peşinen reddettiği bir görüşün gündeme alınarak tartışılmasını istemesi mümkün değildir. Bu durum, Görmez’in “Kur’an İslamı” anlayışını benimseyip benimsemediği konusunda ciddi bir kuşku uyandırmaktadır. Nitekim bu kadar riskli görüşlerin doğrudan ilim heyetine sunulması mümkün değildir. “Tartışmalı” sözcüğü, genele aykırı görüş ileri süren bilim adamlarının en çok başvurdukları bir sığınma limanıdır. Genelde tarihselcilerin, tepki çekmemek, ilk hamlede reddedilmemek ve iddiaya taraftar bulmak amacıyla genel anlayışa aykırı görüşlerini doğrudan ifade etmek yerine bu şekildeki bir yaklaşımla konuyu ele alırlar. Yoksa hiç kabul edilmeyecek bir görüşün nesi tartışılsın ki? Bir kimsenin, kendisinin kabul etmediği ve kimsenin bilmediği hatta zararlı bulduğu bir görüşün kamuoyuna duyurulacak şekilde büyük sempozyumlarda tartışılmasını istemeyeceği açıktır. Heyecanla anlattığı bu konuyu Görmez, tartışılmasını istemekte ve arkasından, Kur’an İslam’ının ne demek olduğunu açıklamaktadır.

Yukarıdaki felsefi cümleler tahlil edilmeden herkes tarafından anlaşılması mümkün değildir. Asıl olarak ise, töhmetten uzak durmak için İslam kamuoyuna zıt olan bu tür fikirler, balıksırtı bir anlatımla ve kuşdiliyle ifade ediliyor. İşin uzmanı tarafından irdelenmeyen bu tür ifadelerin anlaşılması bir hayli zordur. Her şeyden önce, İslam itikadına aykırı bir konu hakkında “tartışmalıyız/tartışılmalı” deniliyorsa, o konu hakkında kamuoyu bir tarafa yönlendirilmek isteniyor demektir.[17]

Yukarıdaki alıntı metinde yer alan Görmez’e ait ifadeleri şöyle açıklayabiliriz:[18]

Görmez’ in ’Kur’an İslamı’ bağlamında anlattığına göre ‘sünnet’, dinin kendisi değil, aksine Kur’an’ın ilk asırdaki uygulamasıdır. Sünnet dinin kendisi olsaydı, her asırda kıyamete kadar Müslümanlar için bağlayıcı olurdu. Aynı şekilde Kur’an’ı da indirildiği devirdeki hükümleriyle sabitlemiş, dolayısıyla Kur’an’ın çağa göre yorumlanmasını engellemiş olurdu(!). Tarihsel olması dolayısıyla “sünnet”, o devirde kalmıştır. Dolayısıyla bu devirde bağlayıcılığı yoktur(!). O devirde canlı yaşamıştır, bu devire o günkü haliyle taşırsanız ölü bir ceset gibi olur (!) adeta. Kur’an-ı Kerim, her asra yönelik olduğuna göre, her asırda çağa göre yorumlanması mecburidir(!). Asr-ı Saadetteki haliyle sünnet’in, her devirde geçerli olduğu söylenirse, bu takdirde Kur’an çağdaş yoruma kapatılmış olur. Bu da Kur’an’ın evrensellik ilkesine aykırıdır (!).”

Kur’an İslamı’nın diğer adı, Görmez’in ifade ettiği gibi “hadis/sünnet karşıtı söylem”dir. Görmez’in konuşmasında ifade ettiği bu ifadelerin bir kısmı, kendisinin başında bulunduğu TDV tarafından 2008 yılında yapılan kitabın basımında, Yani, Kur’an her asra uygun tatbik edilecek bir metin olduğunu ve bunun önünde en büyük engelin sünnet ve hadis teşkil ettiğicümlesinin sonuna, “defaatle tekrarlanmıştır” ilavesi yapılmıştır. Bu ilave olmadan, yani konuşmanın aslına göre, “Kur’an her asra uygun tatbik edilecek bir metin olduğunu ve bunun önünde en büyük engelin sünnet ve hadistirsözü, doğrudan Görmez’e ait olmaktadır. Yapılan ilave ile, söz başkalarına isnad edilmiş gibi olmaktadır. Başkasına da isnad edilse, bu sözlerin ısrarla gündeme alınmasının istenmesi ve uzun uzadıya bu düşüncenin üzerinde durulması Görmez’in bu konuya ilgi duyduğunu ortaya koymaktadır.

Yukarıdaki alıntı metin, basılı kitaptan yeri gösterilmekle birlikte, orijinal CD dökümlerinden alınmıştır. CD’den dökülmüş bu ifadeler elimizde mevcuttur. Başka bir makalesinde de Görmez, hadislerin dini serbest yorumlamaya engel olduğunu daha açık bir ifadeyle belirtmektedir.[19]

Sonuç

Kur’âniyyûn”, “dini delil olarak sadece Kuran’ı kabul ederiz, sünnet de dahil olmak üzere, başka hiçbir şeyi dini delil olarak kabul etmeyiz” diyen fırkadır. Bu anlayışın savunduğu dini anlayışa, “Kur’an İslamı” denilmiştir. Kavram olarak masum gibi görünen bu anlayışı kabul eden kişi, sünneti inkâr etmiş olur. Sünnete inanmayan bir kimse, kelime-i tevhidin ikinci bölümü olan “Muhammedün Rasülüllah“a da inanmıyor demektir. Çünkü Allah Teâlâ, Rasülüllah Efendimiz (s.a.v.)’e tebliğ, açıklama ve teşri görevi verdiğini açıkça bildirmiştir. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz’in verdiği hükme inanmayanların iman etmiş olamayacaklarını ve O’nun konuştuğunun, kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey olmadığını haber vermiştir.

Üzülerek ifade edelim ki Kur’an İslamı anlayışı, son 15 yılda toplumumuzu kuşatmış durumdadır. Diyanet İşleri Başkanı ve ekibinin tenkit edilen özel görüş ve söylemlerinin yanı sıra, kurum olarak Diyanet’in bu konularda toplumu aydınlatıcı açıklamalarda bulunmamasının bunda büyük payı vardır.

Mevla hepimizi, özellikle itikadi tehlikeden muhafaza eylesin!

09.05.2017 (Güncelleme: 15.07. 2017)

Dr. Ahmet GELİŞGEN

www.ahmetgelisgen.com

[1] Abdülkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeriati’l-İslamiyye, Dersaadet, İstanbul, (Tarihsiz), s. 164.

[2] Nisa, 4/65.

[3] Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, s.222, 223, 231, 233, 234, 240.

[4] Görmez, “Sünnet’in Kaynak Değerini Temellendirme Sorunu”, www.mehmetgormez.com s. 6, 8; Özafşar, “Polemik Türü Rivayetlerin Gerçek Mahiyeti”, sayfa, 29- 33; Özafşar, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 163-171).

[5] Görmez, “Sünnet’in Kaynak Değerini Temellendirme Sorunu”, www.mehmetgormez.com.

[6] Mehmet Görmez, “Hadislerde Delalet Sorunu”, DİB Güncel Dini Meseleler Birinci İstişare Toplantısı, Tebliğler ve Müzakereler, s. 227.

[7]İslam’ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Önemi-Kutlu Doğum Sempozyumu 2001, TDV Yayınları, Ankara, 2008, s. 269; Görmez, “Hadislerde Delalet Sorunu”, DİB Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas toplantısı, Tebliğ ve Müzakereler 02-06 Ekim 2002 Ankara, s. 229. Ayrıca bkz: 2001 yılında Kutlu Doğum haftası münasebetiyle Ankara’da düzenlenen “İslam’ın Anlaşılmasında Sünnet’in Yeri ve Önemi” konulu sempozyumun Ali Bardakoğlu başkanlığındaki II. Oturum Müzakeresi Dökümü Notları, s. 16.

[8] Mehmet Görmez, Görmez, sünnetin dinde delil oluşuna gerek Kur’an’la ve gerekse hadislerle yapılan temellendirmelerde çok sayıda sorunların bulunduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda Görmez, sünnet’i temellendirmek için başvurulan bu tür Kur’an ayetlerinin büyük bir kısmının sünnet’le ilgisinin olmadığını, yani bu ayetlerin sünnetin hucciyyeti hakkında delil olamayacaklarını ileri sürmektedir. (Görmez, “Sünnet’in Kaynak Değerini Temellendirme Sorunu”, www.mehmetgormez.com, s. 8, 10).

 

[9] DİB Başkanı Mehmet Görmez’in, “vahy-i gayri metlüv”ü, yani, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerini vahiy kaynaklı olduğunu kabul etmemektedir. (Bkz. Görmez, “Sünnet’in Kaynak Değerini Temellendirme Sorunu”, s. 5, 6. Ayrıca bkz. Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılmasında Metodoloji Sorunu, s. 317).

[10] Âmidî, İhkâm, I/145; Halil İbrahim Molla Hatır Azzâm’i, Muhtassu’s-Sünneti’n-Nebeviyye Vahyün, s. 9, 23, 31.

[11] Ankara İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi ve DİYK Üyesi Bünyamin Erul, muhaddisler tarafından ittifakla kabul edilen bu hadise ait rivayetler arasında çelişki olması ve hadisin zayıf raviler tarafından rivayet edilmesi sebebiyle, zayıf olduğunu ve bu nedenle hadisin delil olamayacağını savunmaktadır. (Erul, Din bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII, 2007, sayı: 1, sayfa, 28-33).

[12] Mehmet Emin Özafşar, sünnet’in hücciyyeti konusunda önemli delillerden biri olan bu hadisin (Erîke Hadisi), sahabe’nin kendi aralarındaki ilmi münakaşalarında takındıkları tavırlarının, hadis şekline dönüşmesinden meydana geldiğini ileri sürmektedir. Aynı konuda Özafşar, çeşitli konulara sahabe’nin Kur’an ayetlerinden delil göstermelerine aksülamel olarak sünnet’i savunan hadis rivayetlerinin geliştirilmiş (yani uydurulmuş) olabileceğini, bu aksülamele karşılık olarak da diğer bir grup sahabe’nin, rivayetlerin Kur’an’a arzı konusunda hadis rivayeti geliştirmiş olabileceğini (yani hadis uydurmuş olabileceğini) ifade etmektedir. (Mehmet Emin Özafşar, “Polemik Türü Rivayetlerin Gerçek Mahiyeti”, İslâmiyât, I, 1998, Sayı: 3, sayfa, 29- 33; Özafşar, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 163-171).

[13] Mehmet Görmez de “Erike hadisi” olarak bilinen ve bütün ulema tarafından sünnet’in hücciyyetine delil olarak getirilen bu hadisin, en az uydurma kabul edilen hadis kadar zayıf olduğunu söylemektedir. Aynı yerde Görmez, Özafşar’ın araştırmasına atfen bu hadisin, uyduruk olduğuna da işaret etmektedir. (Görmez, “Sünnet’in Kaynak Değerini Temellendirme Sorunu”, s. 6, 8).

[14]İslam’ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Önemi –Kutlu Doğum Sempozyumu 2001-, TDV Yayınları, Ankara, 2008, s. 268.

[15]İslam’ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Önemi –Kutlu Doğum Sempozyumu 2001, TDV Yayınları, Ankara, 2008, s. 269; Görmez, “Hadislerde Delalet Sorunu”, DİB Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas toplantısı, Tebliğ ve Müzakereler 02-06 Ekim 2002 Ankara, TDV matbaası, Ankara, 2004, s. 229. Ayrıca bkz: 2001 yılında Kutlu Doğum haftası münasebetiyle Ankara’da düzenlenen “İslam’ın Anlaşılmasında Sünnet’in Yeri ve Önemi” konulu sempozyumun Ali Bardakoğlu başkanlığındaki II. Oturum Müzakeresi Dökümü Notları, s. 16.

[16] Konuşma metni döküm notlarından alınmıştır. Sempozyumun basıldığı kitapta, yumuşatma amacıyla olsa gerek ki cümleye, “defaatle tekrar edilmiştir” ilavesi yapılmıştır.

[17] Ayrıca bkz. Güncel Dini Meseleler Birinci İstişare Toplantısı – I (15-18 Mayıs 2002), İstanbul, (DİB baskısı, Ankara, 2004), s. 68, 69, 120, 121.

[18] Görmez’in Kur’an İslam’ı ile ilgili söylemlerinin tarafımızca yapılan açıklamasıdır.

[19] Orijinal ifade şöyledir: “İctihada kaynaklık etmesi gereken her rivayet serbest içtihadın önünde bazen bir engel olmuştur ve içtihadın alanını daraltmıştır.” (Görmez, “Hadislerde Delalet Sorunu”, DİB Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas toplantısı, Tebliğ ve Müzakereler 02-06 Ekim 2002 Ankara, TDV matbaası, Ankara, 2004, s. 229).

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu