Hayrettin Karaman

Karaman Neden Batıl Fikirlerde Israr Ediyor?-Hüseyin Avni

Açık yanlışta neden ısrâr edilir?… Doğrusu, bunu anlamak mümkün değil… Sayın Hayrettin Karaman mecmûamızın geçmiş sayısında neşrettiğimiz yazıya şiddetli bir şekilde karşı koyuş içine girdi. Hâlbuki biz sadece, O’nun üç gün ardarda yazdığı i’tirâfnâme ve ikrârnâmesini esas alıp harfi harfine iktibâs ettik ve cevâblandırdık. Ona lâzım olan da söylenilenleri teker teker cevâblandırmasıydı.

Ama öyle yapmadı. Aşağıdaki cevâbını(!) gönderdi; bir kelime bile kırpmadan aynen aktarıyoruz:
———————————————
Karaman’ın Cevâbı
[Benimle hiç alakası olmayan sayfalar dolusu yazı yazılmış. Bana ait olan yazılarım da “samimi olmamak, takıyye yapmak, birilerini kandırmak, birilerine hoş görünmek” şeklinde değerlendirilmiş. Bunu yapanın vebali kendi boynuna, elbette sorguya çekilecek, cevabını hazırlasa iyi olur. Benim “dinleri birleştirmek” gibi bir delice düşüncem olamaz. Efgani, Abduh, Reşid Rıza hakkında yazılanlar da, muhaliflerinin yazılarıdır. Tarafsız değildir, ilmi belgelere dayanmıyor. Bu şahıslar hakkında doğru bilgi için benim, Gerçek İslam’da Birlik isimli kitabıma bakılabilir.

Şimdi diyalog konusuna gelelim:

1. Ben, bahsi geçen kitapta, teslise daha doğrusu bugün kabul edilen resmi hristiyanlık veya Yahudilik inancına sahip olanlar cennete girecek demedim.

2. Müslümanlar bakımından[1] iman esaslarını altıdan ikiye filan indirmedim.

3. Ehl-i kitap için de, bazı İslâm âlimlerinin, şu şartlar ile kurtulabilecekleri kanaatinde olduklarını naklettim:
a) Allah’a şirksiz olarak iman edecekler.
b) Ahirete şeksiz olarak iman edecekler.
c) Salih amel sahibi olacaklar.
d) Paygemberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler.

Bu kanaatte olan âlimler için “Bunlar dinleri birleştiriyorlar, teslise inananları cennete sokuyorlar, Peygamberimizi inkar edenler kurtulacak diyorlar…” şeklindeki ithamlar bühtandır, zulümdür. Adamlar ne demiş ise o nakledilir, katılmıyorsak karşı delilleri zikrederiz. İnsaf ve ilmi davranış budur.] (Cevâbı bitti.)
————————————-
Karaman’ın Cevâbı’na Cevâbımız
————————————-
Sn. Karaman ya muğâlata yapıyor, muhâtablarını yanıltmaya ve mes’eleyi saptırmaya çalışıyor; ya hud da ne dediğini bilmiyor. Çünkü,

Bir: “Bizimle alâkası olmayan sayfalar dolusu” dediği yazılardan meselâ, hangileri O’na âid değilmiş? Cevâb değerinde bile olmayan, kandırma ve yanıltma maksadıyla söylendiği âşikâr olan ve bir çok yanıyla boş laflar…

İki: Hayrettin Karaman Bey, (Benim “dinleri birleştirmek” gibi bir delice düşüncem olamaz) diyorsa, bu beyân bu hâliyle sevindiricidir. Biz onun düşüncesini bilemeyiz. O, kendisiyle Mevlâ Teâlâ arasındadır. Lâkin O’nun işlerini görüyor ve biliyoruz; onlar şu dediğini yalanlamaktadır. Şurada söylediklerini, fiilleri ve tavırlarıyla mütenâsib hâle getirmelidir. Zîrâ, bilhassa günümüzde hangi sözlerin ve amellerin samîmî hangilerinin nifâk îcâbı olduğu iyice birbirine karışmıştır. O bakımdan söz ile fiil tenâsübü/uygunluğu lâzımdır. Biz kendilerinden bunu da bekliyoruz. Hem, bazı işler, tavırlar ve inançlar da vardır ki, onlara götürecek illetleri, sebebleri veya mukaddimeleri işleyenler, bazen bilerek işlerler; bazen de bunun farkında bile olmayabilirler.

Biz mes’elenin hakîkatini bilemesek de hâricî delîller ve karîneler işimizi kolaylaştırır. Dînî rivâyet ve dirâyette -hele sâbıkalılarda- asıl olan Berâet-i Zimmet değildir. Cerh ve Tâ’dîl ilmi bu dediğimizin isbâtıdır. Onda asıl olan zimmetin berâeti değildir. Dîn üzerinde işlenen cinâyetlerin târîhî seyrini sadece derinlemesine öğrenenler değil, kuşbakışı olarak bile seyredenler bir çok dehşet verici hakîkati göreceklerdir; günümüzde artık medya önünde alenen işlenen diyalog ismi altındaki mübtezellik ve kepâzeliklerin birçok bakımdan gizli yanı kalmadığını ve ucunun nereye varacağını net bir biçimde müşâhede edeceklerdir.

Birilerinin garba doğru hızla yol alan trene binerek istikâmetini şarka çevirip şarka doğru gittiğini iddiâ etmeleri hakîkatten neyi değiştirir?.. Ümmet’in başına belâ olanlar umûmiyetle yaptığının farkında olmayan ve burnunun bir karış önünü bile göremeyen yiğit ve kahraman müctehidlerdir(!)… O eşsiz ictihâdlarıyla Tanzimatçıların yalakalığını yapıp hasretle çektikleri bu günleri Ümmetin başına belâ eden Müctehidler(!)… Hâsılı, biz Karaman’ın bu işin mutlaka farkında olduğunu iddiâ etmedik. Burada ne zulüm ne de bühtân yoktur. Bühtân ve iftirâ ile zulmün nerede olduğunu ve kimler tarafından işlendiğini biraz sonra göreceğiz.

Kaldı ki, “dinlerin birleştirilmesi”ne başta bu diyalog projesinin asıl sâhibi Vatikan karşı çıkar. Bu iş için kimseye müsâade etmezler. Adamın bir tarafını kesiverirler. O geçmişteki birilerinin düşüncesiydi. O bakımdan projenin bütününe nisbetle bu olmaz. Yalnız Müslüman olduğunu söyleyenlere nisbetle neden oldurulmasın?

Üç: Bir anlık tenezzül edip farz-ı muhâl diyelim ve kabûl edelim ki, Sn. Karaman’ın iddiâ ettiği gibi “Efgani, Abduh, Reşid Rıza hakkında yazılanlar da, muhaliflerinin yazılarıdır. Tarafsız değildir, ilmi belgelere dayanmıyor.” Bunlar var sayalım ki, böyledir de taraftarı olan kör ve sağır âşıklarca yazılanlar çok mu tarafsızdır ve belgelere dayanıyor? Hem, sözü edilen tarafsızlıktan ve ilmî belgelerden ne anlaşılıyor? Bu husûsta ciddî tezler ve engin araştırma mahsûlü kitâblar yazılmıştır. Hangisini dikkat ve insafla okudu da ilmî ve tarafsız bulmadı? Tarafsız ve ilmî olmamalarının sebebi nedir? Muhâliflerince yazılmış olmaları mı? Bu, şu iddiâsı için kifâyet eder mi? Söylenilenlerin tarafsız ve ilmî olması için taraftarlarınca mı yazılmış olması lâzım? “Şu yazılanlar şundan şundan dolayı ilmî değildir” diyecek yerde, havanda su dövülüyor. Böylece de “çok tarafsız ve ilmî”(!) sözler sarfediliyor.

İçlerindeki âyet ve hadîsler ile hakîkî âlimlere âid sözler çıkarılırsa, günümüzdeki piyasa yapan her türlü inhirâfların, onları yumurtlayan zındıklıkların ve pisliklerinin kaynağının, galerisinin Menâr Tefsîri ile Menâr mecmûaları olduğu görülecektir. İslâm’da bilinen manasıyla Cin ve Şeytanların olup olmadığı, Îsâ aleyhisselâm’ın nüzûlünün olup olmayacağı, İslâm’ın ve Kur’ân’ın geçmiş Şerîatları ve Tevrât ile İncîl’i nesh edip etmediği, Sünnet’in Şer’î bir hüccet olmadığı (Mason biraderlerin idâresinde çıkan Menar Mecmuâsındaki Doktor Sıdkı kâfirinin makalesi), İslâm Mezheblerinin bir yana fırlatıldığı, Müctehid imâmların birer köylü Mehmed ağa derekesine düşürüldüğü ve daha niceleri… Bir de şunların gâvur dostlarının lehlerindeki şehâdeti onlarca neden makbûl olmasın, bir mâni’ mi vardı?

Dört: Demek, Müslümanlar bakımından iman esaslarını altıdan ikiye filan indirmediniz öyle mi? Ey akl-ı selîm sâhibleri!… Bu ifâdelere iyi dikkat ediniz… Göreceksiniz ki, onlarda bir yalan, yâhud yanlış, bir de her şeyi ortaya döken i’tirâf vardır; müdhiş bir i’tirâf!…

(Bir): Kulların Allah’a şirksiz îmân, Âhirete şeksiz îmân ve Amel-i Sâlih ile cehennemden kurtulup cennete girilebileceğini, siz demediniz mi? Şu sözlerinizle ne demek istediniz? Kimi kandırmaya çalışıyorsunuz? Yoksa siz ne dediğini artık anlamaktan mahrûm hâle mi geldiniz? Bu sözün lâzımı, Lüzûm-i Beyyin ile (Peygamberlere, Kitâblara, Meleklere ve Kadere îmân etmemek, cehenneme îmân etmek ise cennete girmenin temel sebebi değildir) demek değil midir?.. Hattâ, Allah’ı yalanlayarak “Kur’ân’ın peygambere îmân edin demediğini” (Polemik Değil Diyalog: 36) siz iddiâ etmediniz mi? Bu açık bir beyân değil midir? İki cümlenizi yan yana koyalım:

“Kur’ân’ın peygambere îmân edin demediğini” (Polemik Değil Diyalog: 36), “Peygamberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler.” (Yukarıdaki cevâbî yazınız)

Şu iki ifâdeden ne anlaşılır? Önümüzde birkaç ihtimâl var: Birincisi: İlk sözden tevbe etti. Buna ancak seviniriz. Ancak bunu açık bir dille ifâde etmelidir. İkincisi; Birinci sözün gereği olan inancı aynen koruyor; ama, ikinci sözdeki ma’nâyı bir edeb kabûl ediyor. Üçüncüsü: O, inkâr etmeyecekler sözüyle îmân edecekler demek istemiyor. Aksine “O da bir peygamberdir ama O’na îmân etmek veya uymak mecbûriyeti yok; O, bütün insânlığa gönderilmedi. Birileri bir başka Peygambere uysa da olur” demeye getiriyor. Bu Mü’mini kâfir yapan bir düşünce ve sözdür. Dördüncüsü: “Kur’ân îmân edin demedi”; ama, “Sünnet îmân edin dedi” demek istiyor. Bu söz, -ikinci parçası doğru ise de- ilk parçası doğru olmayan ve Kur’ânı yalanlamakla Mü’mini kâfir yapacak olan bir sözdür. Beşincisi: Bu “Peygamberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler” diyaloğ’un selâmeti sebebiyle bir siyâset ve üslûb îcâbı olarak Müslümanların infiâli bertaraf edilmek için söylendi. Bu da açık bir inkârcılıktır.
Hâsılı, Birinci ihtimâlin dışındakilerin hepsi küfürdür.

(İki): Neden mutlak olarak, yani herkes bakımından değil? Bu “Müslümanlar bakımından iman esaslarını altıdan ikiye filan indirmedim” sözünde “Müslümanlar bakımından” sınırlandırması ne için getirildi? Yoksa îmân esasları Müslümanlar bakımından altı ise de Yehûdî ve Hristiyanlar bakımından sadece Allah’a şirksiz îmân, Âhirete şeksiz îmân ve Amel-i Sâlihdir mi demek isteniyor? Değilse, bu Müslümanlar bakımından kaydı neyi ifâde ediyor? Yoksa (bu dediklerimi şimdilik Müslüman olmayanlar için söyledim. Müslümanlar için söylemenin ise henüz zamanı gelmedi) mi denilmek isteniyor? Sn. Karaman!… Siz ne dediğinizi biliyor musunuz? Evet, evet, siz her şeyi yazıyorsunuz ve diyorsunuz da bunu körler veya görmemek için sıkı sıkıya gözünü kapatanlar görmüyorlar; sağırlar veya işitmemek için kulağını iyice tıkayanlar işitmiyorlar; yoksa her şey açıkça yazılmış, her şey yüksek sesle söylenmiş…

Beş: (Ehl-i kitap için de, bazı İslam alimlerinin, şu şartlar ile kurtulabilecekleri kanaatinde olduklarını naklettim) derken de önceki yalanınızı tekrâr ediyorsunuz. Öyle bir İslâm âlimi yok. Varsa isim vermeliydiniz. Cevâbî yazımızda bunu uzun uzun anlatmıştık. Aksine bunu söyleyenler zındıklardan başkası değildirler.

[Sonraki bir yazınızda bu İslâm âlimlerinin(!) Abduh, Reşîd Rıza ve Süleyman Ateş olduklarını söylediniz. Lâ habbe velâ kerâmete… Bozacının şâhidi şıracı… Bütün bir Ümmet ve âlimleri bir yanda; üç şövalye ise başka bir yanda. Ayıb diye bir şey var… Biz, mason birâderlerin böylesi açık ifâdelerini bilmiyorduk. Evet onların bir çok küfriyyâtını biliyorduk da, bunu bilmiyorduk; tashîh-i nakil isteriz. Doğrusu işimize de yarar. İpe sapa gelmez hezeyanların sâhibi Ateş de İslâm âlimi ise, ört ki ölem; innâ lillâhi… Biz ise “İslâm âlimi” derken Îmân, İslâm ve İctihâd mertebesinde ilim sâhibi olanları ve bunların izinde giden âlimleri kasdediyoruz; dînini dünyası için satanları değil.]

Altı: Bu nakletmeniz sırf bir nakilden ibâret değildir; aksine yazınızın bütününden anlaşıldığına göre onu iltizâm da etmektesiniz. Hattâ gazetedeki yazınızda böyle bir görüşü benimsemekte bir mahzûr görmediğinizi de açıkça beyân ettiniz. Şimdi açıkça söyleyin: Ben bu görüşü benimsemiyorum; yanlıştır. Hattâ küfürdür. Biz de sevinerek i’lân edelim…

Şöyle demiş idiniz:

“Ben anılan konuşmamda, bu üç görüşü naklettim, her birinin delil ve dayanaklarını verdim ve özetle şunu dedim: Başka dinlerde, ötekilere böyle bir bakış mevcut değil, ama İslam düşüncesinde böyle bir görüş ve bakış mevcuttur. Kendim üçüncü görüşü benimsediğimi söylemedim ve savunmadım, yalnızca naklettim ve delillerini verdim. Ayrıca bu görüşün de savunulabileceği kanaatindeyim.”

Biz de şöyle bir cevâb vermiştik:

(Bir): Üç görüş diye bir şey yoktur. Mü’minler kandırılmak isteniyor. Aksi halde isbât edilsin ama zamânın zındıklarından isim verilerek değil. Bunların delîli değil şübhesi bile yoktur. Âhir zamân nebîsine sahtekâr, kitabına da uydurma diyenlerin bütün İslâmî delîller ve bir buçuk milyarı aşkın İslâm âlemi ve geçmiş onca İslâm medeniyetleri önlerindeyken ma’zûr görülmelerinin delîl bir yana hangi şübhesi olabilir?..

(İki): Böyle bir bakış ne İslâm inancında ne de sapık Mezheblere âid İslâm düşüncelerinde yoktur. Ortada süzme bir yalan, katıksız bir kandırma ve iftirâ vardır…

(Üç): Kat’î nasslar karşısındaki -görüş bile olamayacak- bir hezeyânın görüş kabûl edilip savunulabileceğini söylemek, eğer her düşeni/yitiği bir bulan çıkar şeklindeki bir Arab atasözü ma’nâsındaysa, doğru; evet ineğe ve sıçana tapınmayı bile savunan on milyonlar var. Yok eğer meşrû’ çerçevede ve ma’kûl sınırlar içinde bu da mümkündir denilmek isteniyorsa, Karaman’ın aksi inanca sâhib olduğu farz edilse bile ortada bir acabası ve tereddütü vardır. Bu acaba da, bir Mü’mindeki îmân’ı götürür.

(Dört): Kaldı ki, mevzû bütünlüğü içinde asıl savunulan görüşün bu olduğu karînesiyle şu görüş mücerred bir nakil olmaktan çıkıp Karaman tarafından iltizâm edilmektedir. Kaçamak davranmanın âlemi yoktur. Nitekim nakillerin bazen sâhiblenildikleri de olur ki, onlar o zaman nakil olmakdan çıkıp da’vâ hâline gelirler.

Artık bundan sonra, şu nakliniz bir da’vâ hâline geldi.

Yedi: (Teslîs’e inananların cennete gireceklerini) iddiâ ettiğinizi söylemedik. Teslîse inananların kâfir olduğuna dâir açık bir âyet (Mâide:73) getirdik. Sonra da sorduk: (Teslîse inanmayan kaç Hristiyân var? Şu anda Karaman ve görüşünde olanlar, Teslîs inancında olanlara kâfirdirler diyebilecek midirler?) Size sorduğumuz suâlin cevâbını yine alamadık. Bir daha soralım: “Kâfirdirler” diyebilecek misiniz? Evet, Teslîs’e inananların cennete gireceklerini açık bir ibâreyle belki demediniz; bunu bilmiyoruz. Zâten böyle bir iddiâmız da olmamışdı. Lâkin, cennete giremez veya cehenneme girecek de demediniz. Bir daha soruyoruz:

-Teslîse inananlar kâfir olurlar mı?

-Kâfir olurlarsa, (şimdi söyleyin) cennete girebilirler mi?

-Giremezlerse, iki menzile (cennetle cehennem) arasında mı olacaklar veya cehennem’e girecekler mi?

Cevâbınız, (Cehenneme girmeyecekler demedim) veya (cennete girecekler demedim) şeklinde kaçamak cevâblar olmasın. Ustaca olduğunu zannettiğiniz şaşırtmacalarla işi geçiştirmeye kalkışmayınız; karşınızdakileri çocuk yerine koymayınız.

Sekiz: “Daha doğrusu bugün kabul edilen resmi hristiyanlık veya yahudilik inancına sahip olanlar cennete girecek demedim) diyorsunuz. Allah aşkına söyleyiniz; sizin diyalog yaptığınız, konuştuğunuz Yehûdîler ve Hristiyânlar resmî değil de gayr-i resmî mi idiler? Vatikan temsilcisi, Haham? Veyâhud berâber nutuklar attığınız Yehûdîler ve Hristiyânlar içinde resmî olmayan kaç Hristiyan ve Yehûdî vardı? Veya hiç var mıydı? Var idiyse kimlerdi? Yoksa târih tünelinden eskiye gidip İznik Konsili’nde Hristiyanlıktan tard edilen/kovulan Hristiyânlar veyâ Yehûdî tahakkümüne isyân eden Yehûdîleri bulup onlarla mı diyalog yaptınız, onlarla mı konuştunuz da bizim haberimiz olmadı?

Dokuz: (Peygamberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler) demekle, neyi murâd ediyorsunuz?

-“İnkâr etmemek”, “îmân etmek” demek midir?

-Îmân etmek demekse, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in peygamberliğini inkâr etmediği târîhen bilinen Ebû Tâlib Mü’min miydi, değil miydi?

-İnkâr etmemek, şâyet îmân etmek değil ise, Îmân edecekler mi?

-Edecekler ise, bu cehennemden kurtulup cennete girmek için olmazsa olmaz seviyesinde midir, değil midir, ahlâkî midir?

On: Biz yazımızda, (”Peygamberimizi inkar edenler kurtulacak” diyorlar) demiyoruz; aksine (Peygamberimize îmân etmeyenler kurtulacak diyorlar) diyoruz. Evet inkâr etmemek îmânın bir parçasıdır ama tasdîk edip teslîm olmadan makbûl îmân hâsıl olmaz.

İmâm Tahâvî şöyle diyor:

Yehûdîler(den bir grup) Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip nebîliğini ikrâr ettiler ve İslâm’a da girmediler. İslâm’a girmekten kaçınmaları sebebiyle onlarla harb etmedi. Çünkü ona göre onlar bu ikrârlarıyla Müslümân olmadılar.

Bize İbnü Ebî Dâvûd rivâyet etti. (O), bize Amr İbnü Merzûk rivâyet etti, dedi. (O), bize Şu’be Amr İbnü Murre’den, (O), Abdullâh İbnü Seleme’den, (O da) Safvân İbnü ‘Assâl’dan rivâyet etti, dedi:

Bir Yehûdî arkadaşına, gel şu Nebî’ye soralım, dedi. Diğeri O’na, “O’na Nebî deme; çünkü O, eğer bunu işitirse dört tane gözü olur” dedi. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve O’na Şübhesiz biz Mûsâ’ya dokuz apaçık âyet verdik, âyetini sordu. Bunun üzerine Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

(Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin, ancak (Allah’a göre) hak (olan sebeb) ile öldürün, çalmayın, zinâ etmeyin, sihir yapmayın, fâiz yemeyin, öldürmesi için suçsuzu sultâna götürmeyin, iffetli kadına nâmus iftirâsı atmayın, harbde cebheden kaçmayın, husûsan siz ey Yehûdîler, cumartesi gününde haddi aşmayın/avlanma yasağını çiğnemeyin.)
(Safvân), dedi ki; bunun üzerine elini öptüler ve şâhidlik ederiz ki sen bir nebîsin dediler. (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem), o halde neden bana uymuyorsunuz? buyurdu. (O Yehûdîler de), Dâvûd aleyhisselâm, zürriyetinden her zaman bir nebi olsun diye duâ etti; biz, sana uyduğumuz takdîrde Yehûdîlerin bizi öldürmesinden korkuyoruz, dediler.

Demek ki, değil (inkâr etmemek), (ikrâr etmek) bile îmân için bazen yetmiyor. Olabilir ki, O’nun başka kimselere gönderilen bir peygamber olduğu ikrâr edilmektedir. Hâsılı, sözler ve ifâdeler kaypak… Kasıd yoksa, değil bir müctehidin kaliteli bir mukallidin bile asgarî dikkatinden mahrûm esneklikte ibâreler…

On Bir: Evet, biz de Karaman’ın dediği gibi “adamlar ne demiş ise o nakledilir” görüşündeyiz. Onun için yazımızda O’na dayandırılan ne bir kelime fazla kattık, ne de bir kelime eksilttik, sadece denileni naklettik.… Onun böyle bir hedefin arkasına sığınarak muğâlata yapabileceğini ve bunun Onun taktiği olduğunu geçmişten biliyorduk. Onun için, yer yer lüzûmsuz da olsa sözlerinin hepsini naklettik… Biz ne yapmışız da bühtân ve zulüm etmişiz?..

Bizim en çok yaptığımız, ustaca söylendiği zannedilen ifâdelerin lâzımı olan manalarını açıklamak ve altını çizmektir. Hattâ, bir yanıyla mücmel olan ifâdeleri bir bakıma tercüme etmektir. Bu Lâzimî Ma’nâlar Lüzûm-i Beyyin, yani vâsıtasız olarak o sözlerden ayrı düşünülemeyecek ma’nâlardır ki, erbâb-ı ilme göre sahiblerini bağlarlar; o sözleri sarf edenler, “ben onları demedim, kabûl etmiyorum,” diyemezler. Cehennemden kurtulup cennete girmek için “Allah’a şirksiz, Âhirete de şeksiz îmân ve sâlih amel” yeter sözünden, “Peygamberlere, Kitâblar’a, Melekler’e ve Kader’e Îmân bu noktada mutlak gerekli değildir” inancını da vâsıtasız olarak lâzım getirir. Aynı şekilde, şunların sözlerinin (başka delîlleri hesâba katmadıklarına göre) Mefhûm-i Muhâlifiyle[2] de böyle bir ma’nâ anlaşılır. İlim sâhibleri bilirler ki, Mefhûm-i Muhâlif (Şâri’ olmayan) beşer kelâmında söz birliği ile, Şâri’ kelâmında ise cumhûra göre hüküm ifâde eder. Sözün özü, Lüzûm-i Beyyin ile, (hattâ, bu Lüzûm-i Ğayr-i Beyyin bile olsa bir nisbette aynıdır) ve Mefhûm ile bir sözden anlaşılan ma’nâyı söz sâhibine nisbet etmekte hiçbir şekilde bühtân bulunmaz; bunda en çok tesbît, yani burada bir ma’nâda “ictihâd” hatâsı olur.

Müctehidlerin peşini bırakıp herkesi ictihâda çağıran Abduh ve Reşîd Rızâ birâderlerin yolunun yolcusu olan Karaman bizim “ictihâd”ımıza umarım karşı çıkmaz. Şunu da ifâde edelim ki, biz hakîkî müctehidlere göre sâhib-i ictihâd değil isek de, Sn. Karaman ve benzeri endâzesiz sözlerin sâhibleri gibi bir Müctehid olmaya da tenezzül etmeyiz… Üstelik biz, sözümüzü bir noktada O’nun açık ifâdesine dayandırdık. Öyleyse lütfen bize, “bühtân etmek” “bühtân”ı ve “zulm etmek” “zulm”ü yapmasınlar…

On İki: Tıpkı Onun gibi “Katılmıyorsak karşı delilleri zikrederiz” dedik, inkâr edilmez açık karşı delilleri zikrettik. Şimdi, laf kalabalıklığı ve canbazlık yapmayı bırakıp kendilerinin ortaya koydukları “adamlar ne demiş ise o nakledilir” düstûruna sâdık kalarak, cevâblarımızdan nakiller yapmalıydı. “Katılmıyorsak karşı delilleri zikrederiz” dediğine göre, katılmadığı görüşlerimizin karşı delîllerini zikretmeli ve “bühtân” ve “zulüm” yaptığımızı isbât etmeliydi. Karşı hiçbir delîl de getirmemiştir. “Benim için şunu dedin, bana şunu şunu nisbet ettin, ama bunlar yalandır, doğrusu da şudur” deyip isbât etmeliydi. O halde de, bize “bühtân ettin” “bühtân”ı, ve “zulmettin” “zulm”ü yaptığı açıktır.

On Üç: Sn. Karaman, (insaf ve ilmî davranış budur) derken, doğru diyor da, buna kemâliyle riâyet edenleri riâyet etmemekle ithâm etmek sûretiyle şu sözünde bile aynı söze ters düşüyor ve burada da zulmediyor.
—————————————
Netîce
————————————-
Hâsılı, biz kimseye bühtân/iftirâ ve zulüm etmedik. Sn. Karaman’ın sözlerini bir kelime bile kesmeden satır satır alıp madde madde kısmen de olsa cevâblandırdık. Aksine, asıl bühtân ve zulüm sâhibleri bize bühtân etme bühtânı yapanlardır. Hattâ Asıl iftirâcılar, Allah celle celâlühû Resûlüllah’a îmân edin buyurduğu halde[3] Kur’ân peygambere îmân edin demiyor diyerek, Allah’a iftirâ edenlerdir; Allah celle celâlühû âyetlerde, Kur’ân’a îmân etmeyi bütün insanlara emrettiği hâlde,[4] O’na îmân etmeyi kurtuluş sebebi saymayarak Allah’a iftirâ edenlerdir… Allah’a yalan iftirâ edenden daha zâlim kimdir?!… Bu yolun ucu kat’î bir uçurumdur… Biz kimsenin hele îmânî noktalarda tökezlenmesine hiç mi hiç sevinmeyiz… Hattâ bunu bir noktada küfür sayarız… Tevbe etmek büyük bir fazîlettir. Sahâbe’den bile irtidât edip sonra yeniden İslâm’a girenler olmuştur. Ebû Dâvûd (2762), Dârimî (2503) rivâyetlerine göre Benî Hanîfe mescidinde Müseyleme’ye îmân edenler vardı. Biri dışında Abdullah İbnü Mes’ûd radıyallâhu anhu’nun elinde tevbe etmişlerdi. Tevbe edenin, değil elini, ayağını bile öperiz. Bunu burada i’lân ediyoruz.
——————————————-
Hayrettin Karaman’ın Gönderdiği En Son Cevabı
———————————————
[Sayın Yazı işleri müdürü,

Önce yazar Hüseyin Avni’nin saptırma ve ithamlarla dolu yazısını, bana bilgi vermeden, “bak, şöyle bir yazı yayınlayacağız, diyeceğin var mı, cevabın var mı, birlikte yayınlayalım” demeden yayınlıyorsunuz. Sıra benim cevabıma gelince ona gönderiyor, cevap alıyor ve -herhalde tesirini azaltmak için- bunu birlikte yayınlamak istiyorsunuz. Bunu normal ve adil karşılamıyorum. O yazıdan sonraki sayıda yalnızca benim yazımı yayınlamanız gerekir. Sonra yazar bunu görür, cevap verir, bunu yayınlarınız, sonra ben onu görür cevap veririm veya vermem. Doğrusu budur, böyle olmalıdır.

Şimdi ben hocanızın cevabi yazısını kaydettim ve ona da kısa bir cevap yazacak iftira hükmünde olan haksız ithamlarını ispat edeceğim; ama bu sayınızda değil, onun cevabi yazsından sonraki sayıda ve yalnızca benim yazım basılacaksa. Daha sonraki sayılarda o istediği kadar cevap yazsın, siz de neşredin, buna bir diyeceğim olmaz.

“Öteden beri aynı mesele hakkında yazılarınızda farklı farklı fetvalar veya birbiriyle çelişkili ifadelerinizi görüyorum. Ancak ne de olsa onlar ameli konulardı. Şimdi ise durum tamamen itikada taalluk etmekte. Özellikle diyalog faaliyetlerini yapan bir gruba yakınlaştıktan sonra Polemik Değil Diyalog adlı kitabınızla birlikte yayılan ve savuna geldiğiniz düşünceler İslami kesimlerdeki imajınızı bitirmiştir.

Çünkü bu tavır netliği olmayan ve İslam dünyasında sayılarına çokça rastladığımız konjektör ulemasını hatırlatıyor ve dahi hakkınızda böyle bir kanaatin yayılmasına sebep oluyor.” diyor ve beni tevbeye davet ediyorsunuz. Ben ise sizi ve hocanızı -ilim ahlakı bakımından- beni anlayacak, tartacak, değerlendirecek seviyede görmüyorum ve sizi bana yaptığınız zulüm (iftira, itham, su-i zan…) sebebiyle tevbeye davet ediyorum.

Hocanızın cevabi yazısının altına bu yazımı da aynen koyun. Bundan sonraki sayınız ne zaman çıkacaksa bildirin, cevaba cevabımı yazayım. Eğer bu yazıyı aynen koymazsanız gazetedeki köşemde yayınlarım. Allah iyi niyetli olup hataya düşenleri affetsin ve ıslah buyursun. Amin.] (Karaman’ın sözü bitti.)
———————————————
Notlar

Bir: Tenkîd yazısının tenkîd edilene her hâl ü kârda bildirilme şartı yoktur. Olsaydı, her halde Sn. Karaman Muhterem Ahmed Ali Aksoy Hocaefendiye karşı yazdığı üç günlük cevâbî yazısını ona gösterir ve vereceği cevâb ile beraberce neşrederdi. Ama böyle yapmadı. Bunu biz, O’nun için de bizim için de normal ve adil karşılıyoruz. Ancak O, bunu sadece bizim için, normal ve adil karşılamazken, kendisi için normal ve adil karşıl(ayab)iliyor. Bizim tek, Onun ise çift terâzisi var. Veyl olsun mutaffiflere… Biz O’nun yazdıklarını bizim yazdıklarımızla yan yana neşretmeye söz veriyoruz. Bunu O’ndan da istiyoruz. Bakalım buna cesâret edebilecek mi?

İki: Sn. Karaman bize gönderdiği bir yazısında, ben ise sizi ve hocanızı -ilim ahlakı bakımından- beni anlayacak, tartacak, değerlendirecek seviyede görmüyorum, diyor. Bu sözü, ne acıdır ki, kat’î bir doğrudur… Çünkü hakkı görmek için kör veya şaşı olmayan bir göze de ihtiyâç vardır… Musîbet işte buradadır… Görmemek birkaç sebeble olur ki, bunlardan bir takımı şunlardır: Biri görme uzvundaki körlük veya şaşılık, diğeri, görülecek şeyle göz arasında göstermeyecek perde bulunması, bir başkası da görülecek bir şeyin gerçekte sâbit olmaması veya görülemeyecek küçüklükte olması… Görenler Allah için konuşsun… Biz ilim ve ahlakda kemâl ve hattâ vasat seviye iddiâsında olacak kadar -hamd olsun- câhil ve ahlaksız değiliz. Hakîkî ilim ve ahlâk nümûnelerinin şaşırtıcı seviyelerini kitâblarda okurken ve bizzât görürken bu dediğimizin aksi düşünülemez. Ancak, sallanarak yürüyüp hezeyân nev’inden sözler söyleyen sarhoşun sarhoşluğunu anlamak için, Adlî Tıp Mütehassısı, ölüm derecesinde kıvranan bir hastanın hastalığını bilebilmek için de Tabîb-i Hâzık olmaya her halde ihtiyâc yoktur. O’nun istiğnâsı, isbât edilen hakîkatler karşısında yanlışta ısrârı, haklı tenkîdler sebebiyle nefsânî infiâli ve nakillerinde bilerek veya bilmeden vâki’ telbis/karıştırma üslûbu kendi ilim ve ahlâkının mi’yârı ve terâzisidir; bizim ayrıca bir şey söylememiz fazla olur…

Üç: Şimdilerde cevâb diye yazıp gazete sütünlarını işğâl ettiği, ciddî okuyuculara bir bakıma saygısızlık da sayılabilecek bomboş yazılarının birincisi, gıybet ettiler gıybeti, bühtân ettiler bühtânı ve zulmettiler zulmünden ibâret… İkincisi, (diyaloğ Vatikan’ın oyunudur) şeklindeki onun şu şartlarda yazmayı münâsib bulmadığı ama bizim bildiğimiz ve ileride inşâellah neşredeceğimiz birinci adım ve merhalesini tâ’kîb eden ikinci adım ve merhalesinden ibârettir. Üçüncüsü de eski karaladığı yuvarlak ve kaypak ifâdelerinin tekrârı olan üçüncü ve bu husûstaki bâtıllıkta varılabilecek son adım ve merhale.

Dört: Artık okus-pokusçuluklarla külâhtan tavşan çıkarmak göz boyamacılığı devri geçti; duyurulur. Ya elle tutulur müşahhas delîllerle konuşacak, veya dedikodu dedikodularıyla prim yapmaya kalkışmayı bırakacağız.

Beş: Kendi cevâb ve tehdîd yazısını dilediği yerde yayınlayabilir. Artık yazdıkları bundan böyle -dümeni Hakka doğru çevirmedikçe- hep aleyhinde olacak, yazdıkça ve debelendikçe daha da batacaktır. Günahlarımızdan da binlerce tevbe ederiz. Bildikleri bühtân, sû-i zan ve haksızlıklarımız da nelerse, bildirirlerse onlardan da tevbe edeceğiz; Mü’min ve delikanlı sözü…

Altı: “Allah iyi niyetli olup hataya düşenleri affetsin ve ıslah buyursun. Amin…” şeklindeki duânıza biz de “âmîîîn…” diyor, yalnız bir ilâve daha yapıyoruz: “Allah, iyi niyetli olmayanların da niyetlerini iyiye çevirsin; şâyet bu, adâlet ve hikmet-i ilâhiyye îcâbı mukadder değilse, Ümmet’i kötü niyyet sâhiblerinden hayırlısı ile halâs eylesin. Âmîn…”

SALVELE

Hasbunallâh!

Sayın Hayrettin Karaman Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde üs üste üç yazı yazdı. Bu yazılardan ilk ikisi bomboş olduğu için mevzusunu dahi etmeyeceğiz. Dedikodu ettiler dedikodusundan ibaret olan bu yazılarıyla okuyucusunu kandıran Karaman, geçen sayımızda neşredilen Hüseyin Avni hocaefendinin makalesine eski yazdıklarını tekrar eden yazıları yazmasının dışında herhangi bir müdellel cevap veremedi. Üçüncüsü olan Ebedi Âlemde Kurtuluş (Necat)[5] başlıklı yazısı ise daha önceki bâtıllarının ufak tefek farklılıklarla bir daha tekrârından ibârettir. Sözünü ettiğimiz yazısını -tek bir kelimesini bile makaslamadan- buraya alacak, aralarına koyacağımız kısa notlarla bazı noktalarına dikkat çekeceğiz. İtalik yazılar Sn. Karaman’a, altında yer alan cevâblar da bize âiddir.

Karaman: Bütün evrensel (milli olmayan, bütün insanları kazanmayı hedef alan) dinler, diğer dinlere mensup olan insanların dünya ve ahiretteki durumları ve dünyada onlarla kurulacak ilişki kuralları üzerinde durmuşlardır.

Cevâb: Bu İslâm için doğrudur. Ancak Allah ve Resûlü, Ehl-i Kitâb’ın dinlerini değiştirdiğini ve tahrîf ettiğini bildirdi. Değiştirilmeseler bile, İslâm’ın gelmesi ile zamanlarının bittiğini haber verdi. Yahûdîlik şu hâliyle millî bir dîndir. Şerîat-i Muhammediyye’nin Yahûdîlik ve Hristiyânlığın îmân esaslarının tamâmını, amelî esaslarının ise bir kısmını tekeffül ettiğini, kalan kısmının da hükmünü kaldırdığını, artık bağlılarının külliyen İslâmiyet’e girmek ve Resûlüne îmân edip uymak zorunda olduklarını i’lân etti. Böylece bir önceki Şerîatların bir kısmı İslâm’a yerleştirildi. Diğer bir kısmının da hükmü kaldırıldı. Tahrîfâta ve tebdîlâta uğrayan yanları ise ya iptal edildi, veya düzeltilip ibka edildi. Böylesi nesh edilen bir dînin “diğer dinlere mensup olan insanların dünya ve ahiretteki durumları ve dünyada onlarla kurulacak ilişki kuralları üzerinde durmuş” olmaları neyi ifâde eder?.

Gerçi Mason olduğu bilinen ve modernist tâifenin şeyhleri olan Abduh ve Reşîd Rıza İslâm’ın içindeki/Kur’ân ve Sünnet’in kendi içindeki Nesh’i inkâr ettiler ve Kur’ân’ın, Tevrât ve İncîl’i nesh edemeyeceğini iddiâ ettiler. Tıpkı Yahûdîler ve Hristiyânlar gibi mantık yürüttüler.

Onlara göre,

“Allah geçmiş kitâbları neden nesh edecek idi? Hâşâ bilemediği bir şeyi yeni öğrendiği veya bildiği, yâhud daha münâsib olanı bulduğu için mi? Bu Allah’ın her şeyi bilen bir zât olduğuna sığar mıydı?”
Neshi o kuş beyinlerine sığdıramadılar. “Bundan Bedâ/câhili olduğu şeyi yeni öğrenmek lâzım gelmez mi?” diyorlardı. Gelmezdi, çünkü, verdiği o hükmü verirken belli bir zaman için vermiş ama bunu belli bir zaman için verdiğini kullarına bildirmemişti. Hikmet de zaten bunu gerektiriyordu. Yeni gelen hüküm ile de geçmiş hükmün vaktinin bittiği bildiriliyordu. Kime ne düşerdi? “Allah dilediğini nesh eder” olduğunu kendisi haber veriyordu. Ancak Ümmet’in içindeki ondan gibi görünen şu zındıklar, Bâtınî te’vîllere taş çıkartacak oynamalarla bu hakîkati inkâr ediyorlardı. Bu zırvalamalarının münâkaşa yeri bu yazı olmadığı için burada daha başka söze hâcet görmüyoruz.

Bunu Kur’ân’ın onları musaddik/doğrulayıcı oluşuna ters buldular. Oysa Kur’ân’ın Tevrât’ı ve İncil’i Allah’dan gelmeleri, hak ve zamanlarında geçerli olmaları bakımından doğrulaması ile hükümlerini kaldırmasının çelişmeyeceğini bilemeyecek kadar ahmak ve dîvâne, değilse, hâin ve tahrîfçi olduklarını ortaya koydular. Çünkü, Onlar Allah’dan gelme idiler ve haktılar. Kur’ân bunu tasdîk edicidir. Ama onları gönderen Allah tatbîk edilişlerinin başlayış ve bitiş zamanlarını da bildirebilirdi. Bunu şu mason biraderlere ve kör taklidçilerine soracak değildi ya.

Dolayısıyla muharref dînlerin “diğer dinlere mensup olan insanların dünya ve ahiretteki durumları ve dünyada onlarla kurulacak ilişki kuralları üzerinde durmuş” olmaları insanları haktan ve hakîkattan saptırmaktan başka bir işe yaramaz. O bakımdan onların bu işini dînî bir faaliyetmiş gibi görüp göstermek, dîni olan bir kişi için düşünülemeyecek cinâyetlerdendir..

Karaman: İslam’a göre başka dinlere mensup olan insanlar İslam dinine davet edilirler, ama bunu kabul etmezlerse onlara düşmanlık edilmez, Müslümanların dinlerine ve vatanlarına karşı savaş açmadıkça, aleyhlerinde çalışmadıkça kendileriyle iyi (iyilik ve adalet temelinde/çerçevesinde) ilişkiler kurulur, bağımsız bir ülkede barış içinde yaşamalarına imkan verilir, İslam ülkesi içinde teb’a (zimmîler, ehlü’z-zimme) olarak yaşamalarına imkân tanınır, İslam ülkesi teb’ası olan gayr-i Müslimler bütün temel insan haklarından istifade ederler… Bu cümleden olarak dinlerini ve kültürlerini korurlar, mabetlerine dokunulmaz, ibadetlerini ve din eğitimlerini serbestçe yaparlar.

Cevâb:

Bir: “İslam’a göre başka dinlere mensup olan insanlar İslam dinine davet edilirler.” Buraya kadarki sözün zâhiri doğru. Ancak bu, yaptırımı olmayan ve ihtiyârî/isteğe bırakılan bir iş midir, yoksa olmazsa olmaz seviyede bir vecîbe midir? “Edilirler” mi, “mutlaka edilmelidirler” mi? Bunu bilmiyoruz. O yüzden buranın açıklık kazanması gerekir. Ancak aşağıdaki madde, -inşâallah yanılıyoruz; amma- kuvvetle muhtemel bunun isteğe bırakılan bir iş olduğunu ihsâs etmektedir:

İki: “Ama bunu kabul etmezlerse onlara düşmanlık edilmez.” Burası aklî ve naklî delîli olmayan bir saçma sapan hezeyân… Çünkü, Allah celle celâlühû, onları İslâm’a, Peygamberine ve Kitâbına çağıracak, onlar ise O’nun mülkünde baykuşlar gibi ötecekler de Mü’min olanlar onlara buğz bile etmeyecekler; bu akla sığar mı? Elbette sığmaz… Çünkü,

İslâm’a gir da’vetini kabûl etmemek ya ma’rûf’dur veya münker’dir. M’arûf olduğunu söyleyecek olan Mü’min(!)’e -burada ve şimdilik- diyecek bir sözümüz yoktur. Münker’dir deniliyorsa, münkere kızmayan ve düşmanlık yapmayan bir kalbde susam tânesi ağırlığınca bir îmân yoktur…..

“Hiç şüphesiz ki şeytân size bir düşmandır. Öyleyse onu düşman edinin.”[6] Şu halde Allah, bize düşman olanlara bizim de düşman olmamızı emretmektedir.[7]

Allah’ın Resûlü’ne, O’na gönderilen Kitâb’a îmân etmemekle Allah’a düşmân olanlardan teberrî etmek lâzım geldiğini,[8] düşmanlığın ancak zâlimlere olacağını,[9] kâfirlerin de zâlimlerin tâ kendileri olduğunu,[10] dolayısıyla kâfirlere düşman olmamız gerektiğini bize Allah celle celâlühû bildirmektedir.

Üç: “Müslümanların dinlerine ve vatanlarına karşı savaş açmadıkça, aleyhlerinde çalışmadıkça….. bağımsız bir ülkede barış içinde yaşamalarına imkan verilir” şeklindeki ifâdeler Müslümanlara âid olan İslâm dîninin hükmü değildir. Başka birinin îcâd ettiği başka bir dînden veya ideolojiden alınmış olmalıdır. Burada, saldırı olmadıkça muhârebe manasında bir cihâd’ın olamayacağını söyleyen şaşkınların görüşü ortaya konmaktadır. Bu düşünce, din düşmanlarının cihâd rûhunu söndürmek ve i’lâ-i kelimetüllâh’ı yok etmek için uydurduğu ve ilerici Müslümanlara pazarladığı bâtıl bir düşünce.

“Bağımsız bir ülkede barış içinde yaşamalarına imkan verilir”miş(!)… Hattâ, utanılmasa nerdeyse “beslenirler ve Müslümanların kökünü kazıyacak şekilde güçlenmelerine yardım edilir” denilecek. Bu öyle bir akıl ve düşünce ki akıllara zarar… Günümüz zalimlerine yalakalık yapan “konjektür ulemâsı”nın en büyük ve en bâriz vasfı hangi akımdan veya gruptan olursa olsun cihâd ruhunu söndürmek… Bir kişinin -ister kendini bir tarikat şeyhi olarak pazarlasın, isterse müçtehid- cihad ve mücahidlerle ilgili tavrı ve sözleri turnosol kağıdı nev’inden onları hemen ayırt etmemizi sağlar.

Karaman: Ahirette durumları ne olur? Cennete mi, cehenneme mi giderler?

Bu sorunun cevabı, Hz. Peygamber’den önce veya sonra yaşamış olmaları durumuna göre İslam alimleri tarafından farklı şekillerde cevaplandırılmıştır.

İsra Suresi(17)’nin 15. âyetinde Allah Teâlâ, “Peygamber gönderip dini tebliğ ettirmedikçe kimseye azap etmeyeceğini” bildiriyor. İmam Mâtürîdî, Allah vergisi aklın Allah’ın varlık ve birliğini idrak için yeterli olduğundan hareketle Peygamber tebliği ulaşmamış kimselerin de bununla yükümlü olduklarını, İmam Eş’arî ise onların yükümlü olmadıklarını söylemişlerdir. Peygamber dönemine ulaştıkları halde bulundukları coğrafya ve şartlar yüzünden ona ulaşmaları imkansız gibi olanlar da muaf tutulmuşlardır.

Cevâb: Doğru…

Karaman: İmam Ğazzalî’ye göre Peygamber hakkında, dikkat çekmek ve araştırmaya sevk etmek için yeterli olmayan, yalan yanlış haberler almış bulunanlar da onu bulmak ve inanmakla yükümlü değildirler. Yükümlü olmayanlar ise cehenneme girmezler.

Cevâb: İmâm Ğazâlî bir Eş’arî olarak, İmâm Eş’arî’den ayrı bir görüş sâhibi değildir. Belki Onun görüşü Eş’arî’nin görüşünün bir yanıyla kendince îzâhından ibârettir. Kaldı ki O’nun sündürülen ve kötüye kullanılan şu sözleri bile günümüz için düşünülemez. Zamânımızın medyasının ve enformatik gelişmişliğinin seviyesi buna asla müsâade etmez.

Karaman: M. Abduh, Reşîd Rıza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimlere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşmadan Allah’ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber’i de -bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler.

Cevâb: Abduh ve Reşîd Rıza bunları nerede demişler? Me’haz gösteriniz. Demişlerse, bu söz kimseye haktan hiçbir şey kazandırmayacağı gibi onların birer îmânsız ve dinsiz olduklarını göstermeye yeter. İslâm’ı bütün insânlığa gönderilen bir dîn olarak göremeyen İslâm âlimi(!) Süleyman Ateş ise hakkında konuşulmaya değmeyecek bir kimsedir…

Sonra siz Ateş’e de iftirâ ediyorsunuz. O “Son Peygamber’i de -bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler” demiyor; burasını siz ilâve ediyorsunuz.

Karaman: “Polemik Değil Diyalog” isimli kitapta (Ufuk Kitap, 2006) yer alan bir konuşmam da yukarıda özetlediğim bilgileri verdim. Görüş sahiplerinin delillerini açıkladım, çağdaş görüş daha yeni olduğu için onun delillerini daha geniş olarak açıkladım. Tabii konuşma, yazmadan farklı olduğu, ifadeler arasında dağınıklık bulunduğu için bazı kimseler yanlış anladılar, bazıları da fırsat bulmuşken bunu kötüye kullandılar.

Cevâb: Şu delîl denilen Anka kuşu Kaf dağının arkasında mıdır, nerededir? Altı ayrı köşe yazısında böyle bir delîl görmedik. Eğer delîl dedikleri, “Allah’a şirksiz, ahirete şeksiz inanma, salih amel ve Peygamberimiz’i inkar etmemek,” ile “O’nun da hak peygamber olduğunu kabul etmek” ile alâkalı âyetler ise, bunlar olmadan da cennete girilebilir. Çünkü bunlardan bahsedilmeyen îmân âyetleri de vardır. Öyle olmayacağına göre bu bahis mevzûu bâtıl iddia için delîl olarak yetmez; öteki delîller hangisidir? “Peygamberimiz’i inkar etmemek, O’nun da hak peygamber olduğunu kabul etmek”ten ne kasdediliyor? Ona “îmân edib uymak ve tâbi’ olmak” necât için lâzım mıdır değil midir? Biz inkârı değil îmânı ve kabûl edip teslîm olmayı soruyoruz; o söylensin. Bu sözden O’nun “herkese” mi, yoksa “herkese değil de belli kimselere” gönderilen bir hak peygamber olduğu mu kasdediliyor? Burası açıklanmalıdır.

Sonra, “Tabii konuşma, yazmadan farklı olduğu, ifadeler arasında dağınıklık bulunduğu için bazı kimseler yanlış anladılar, bazıları da fırsat bulmuşken bunu kötüye kullandılar” derken yine neden kandırmacaya sapılıyor? Lütfen muhâtablar temyîz yaşına varmayan küçük çocuk yerine konulmasın. Konuşma kitablaştığına göre çok mühim bir yanlış anlamaya veya kötüye kullanmaya mâni’ olacak düzeltmeyi yapmak gerekmez miydi?

Karaman: İyi niyetliler için bir daha tekrar edeyim:

1. Yukarıdaki görüşleri ben, kendi görüşüm olarak söylemedim, sahiplerini zikrederek naklettim (Bak. s. 28, 29, 35, 42).

Cevâb: Evet, yukarıdaki görüşleri siz, kendi görüşünüz olarak söylemediniz ama bunlar benim görüşlerim değillerdir, kendi görüşüm başkadır da demediniz.

Evvelâ, Abduh ve Reşid Rıza’ya yaptığınız isnâdın tashîh-i naklini yapınız; yerini gösteriniz. Sonra, bu nakli neden yaptığınızın sebebini açıklayınız ve şu suâllere cevâb veriniz:

Siz bu görüşü benimsiyor musunuz? Benimsemiyorsanız, hak ve doğru da olabileceği ihtimâlini taşıyor musunuz? Taşıyorsanız, neden? O takdîrde, sizin îmânınıza bir şüphe ârız olmuyor mu? Bu inancınızın aksi ihtimâli inancınızdan ağır mıdır, ona denk midir, ondan zayıf mıdır? Vehim yahud şekk veya zan mertebesindeki bir îmân ne işinize yarar? Şu üç mertebedeki şüpheyle îmân bir arada bulunur mu? Bu naklettiğinizin doğru olabileceğine ihtimâl vermiyorsanız -ki inşâallah öyledir- neden naklettiniz? Geçen yazılarınız da bu görüşün de savunulabileceğini söylerken ne demek istemiştiniz? Böylesi deliler de çıkabilir mi demek istediniz? O halde neden daha açık bir dille bunu ifâde etmediniz? Değilse, elinizde bu şüphe ve tereddüdünüzü haklı çıkarabilecek ne vardır? Bu sizin îmânınıza zarar vermez mi? Vermez ise neden?

Üstelik açık ifâdeniz var: “Kendim üçüncü görüşü benimsediğimi söylemedim ve savunmadım, yalnızca naklettim ve delillerini verdim. Ayrıca bu görüşün de savunulabileceği kanaatindeyim.”

Bu sözlerinizle, her halde “böylesi ahmak ve densizler de çıkabilir” değil de “bu görüşün dahî doğru olma ihtimâli ve işe yarar delîlleri vardır” demek istediniz. Eğer, “böyle ahmak ve densizler de çıkabilir” demek istediyseniz, doğruyu dediniz; ancak bunu açık ve anlaşılır bir ifâdeyle söylemeliydiniz.

Karaman: 2. Bana göre dördüncü görüşe sahip olan kişiler de İslam alimleridir.

Cevâb: Bu dünya, sıçanların ve ineklerin ilâhlaştırıldığı, içlerinde dünyanın en büyük matematikçileri ve sâir süper fen adamlarının da bulunduğu yüz milyonlarca insanın onlara ibâdet ettiği/kulluk yaptığı, tımarhânelerinin dahî mehdîlerle, Peygamberlerle ve ilâhlarla dopdolu olduğu bir dünya… Putların karşısına geçen, onlara yalvarıp yakaran, birilerini şikâyet eden ve dert anlatmaya çalışan kereste gibi ilericilerin(!) sürülerce bulunduğu, hattâ hâkim olduğu bir dünya… Ne yapalım, siz de ismini verdiklerinizi âlim sayın. Ancak hiç unutmayın ki âlim, nefsinden, şeytandan ve şeytanın uşaklarından yana değil de, Allah’dan son derece korkan O’ndan ve Resûlünden yana olan, dînini dünyası karşılığı satmayan, hakîkî ve yeterli ilim, amel ve ihlâs sâhibi kimsedir…

Karaman: 3. Peygamberi-miz’in gelmesinden sonra Ehl-i kitap da İslam’a davet edilmiştir, bunda şüphe yok, ancak Müslümanlığı kabul etmemeleri halinde davet edildikleri başka seçenekler de vardır; Sulh, teb’a olup cizye verme ve çağdaş bazı alimlere göre “Allah’a şirksiz, ahirete şeksiz inanma, salih amel ve Peygamberimiz’i inkar etmemek, O’nun da hak peygamber olduğunu kabul etmek.”

Cevâb: “Müslümanlığı kabul etmemeleri halinde davet edildikleri başka seçenekler de vardır; Sulh, teb’a olup cizye verme” sözü, içinde eksik, fazlalık ve saptırma bulunan bir sözdür. Çünkü, sulh Müslümanların devletinin onlarla harbetmekten âciz kaldıkları veya harb ile kuvvetle muhtemel bir zarar görebilecekleri zamâna hasdır. İşi saptırmamak lâzımdır. Cizye doğru; ama cihâd hesabda yok. Müçtehidliği kendinden menkûl Sn. Karaman savaş hukukundan habersiz mi acaba?

Karaman: Bana izafe edilen “Peygamber insanları İslam’a davet etmedi” sözü iftiradır. (Bak. 17, 37, 41).

Cevâb: Bu sözü size kim, nerede iftirâ etmiş? Biz böyle bir şey bilmiyoruz. Maksadınız biz isek, bu bize yapılan bize iftirâ ettin iftirâsıdır. Biz sizin, “Peygamber insanları İslam’a davet etmedi” dediğinizi değil de “Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor” (Polemik Değil Diyalog, s. 37) dediğinizi “kitâb”ınızdan, daha doğrusu köşe yazınızdan sadece aktardık. Bu bir iftirâ ise, size âiddir; kendi kendinize iftirâ etmişsiniz.

Karaman: Cahiller ile kötü niyetliler bizim gibiler için imtihan vesilesidir ve bu tarih boyunca hep böyle olmuştur.

Cevâb: Evet, câhiller ve kötü niyetli kişiler -sizin gibiler için değil de- gerçek ve Rabbânî olan âlimler için imtihan vesilesidir ve bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Yâhud şöyle de diyebiliriz: Sizim gibiler, Rabbânî olan âlimler için imtihan vesilesidir ve bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Karıştırmamak lâzımdır. Aklınız sıra te’vîl kaldırmaz bâtıllarınızı tenkid edenlere “cahiller ile kötü niyetliler” sıfatını lâyık görüyorsunuz. Söze ne hâcet, kimin câhil ve kötü niyetli olduğu besbellidir.

Karaman: Ne diyelim, “Herkes kendi manevi yapısına göre davranır”.

Cevâb: Bu âyete âmennâ… Çok doğru… Şu alçak dünya için Allâh’a, Resûlüne ve bütün bir Ümmet’e karşı işlenen hâl-i hâzırdaki diyalog perdesi altındaki cinâyetler ve bu kıvrak dans hareketleri şu ilâhî haberin tecellîsi ve vukû’u cümlesindendir

[1] Tek tasarrufumuz, dikkatleri çekmek ve derin düşünmeye sevketmek maksadıyla bazı yerleri karartmak ve de şu iki kelimenin altını çizmek olmuştur.
[2] Başka delîller sebebiyle âyette hiçbir âlime göre “Mefhûm-i Muhâlif”den/sözün tersinden ma’nâ çıkarmak yoktur. Ancak, onlar sâir delîlleri hesâba katmadıkları ve bu ifâdeleri kendi sözleri olarak sarf ettikleri için “Mefhûm”u inkâr edemezler.
[3] Âyetlerden bir kısmı: 48/9, 3/81, 57/7-8, 4/136, 7/158 vd.
[4] Bakara: 41, Nisâ: 47, vd.
[5] 26 Ekim 2008 Yeni Şafak
[6] Fâtır:6
[7] Bu düşmanımız hanımlarımız ve çocu larımız ise onlardan da sakınırız.: (Teğâbun:14)
[8] Tevbe:114
[9] Bakara:193
[10] Bakara:254

Guraba Dergisi 9.Sayı

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu