Ali Eren

“Kader Risalesi”üzerinden kaderi inkâr (1)

Elimde bir kitap var: Hasan el-Basrî’ninKader Risalesi ve Şerhi.  2013 tarihli 4. baskı. Üzerindeki isim: Mustafa İslamoğlu

İsmine bakarsanız, kitap bir tercüme ve onun açıklaması. Ancak yarısına kadar kitabın tercümeyle alâkası yok. Daha ilk sahifelerde bu kitapla iki şeyin hedeflendiği anlaşılıyor.

1-İnsanlarıkader hakkında şüpheye düşürüp, Müslümanlıkta kadere iman diye bir şeyin olmadığını kabul ettirmek,  en azından bu konuda tereddüt meydana getirmek.

2- Hazreti Muâviye’yi ve onun mensup olduğu Emevî hanedanını toptan kötüleyip zâlim bir topluluk olarak göstermek.

Yazar bunu doğrudan kendisi yaptığı takdirde inandırıcı olmayacağını düşünmüş olmalı ki bu gayesini Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin Kader Risalesi üzerinden yapıyor.

Hani, “Uzaktan baktım yeşil türbe, yanına vardım estağfur tevbe” derler ya, Mustafa İslamoğlu’nun, Hasan el-Basrî’nin Kader Risalesi ve Şerhi isimli bu tercüme kitabı da aynen öyle.

Kitap 220 sahife. Ama Kader Risalesi hakkındaki bilgilere ancak 66. sahifeden sonra müşerref oluyorsunuz. Tercümeye de ancak 90. sahifeden sonra. Önceki sahifelerde neler olduğunu soruyorsanız söyleyeyim:

İslamoğlu’nin diğer kitaplarında olduğu gibi bu ktabında da bol bol yanlışlar ve suçlamalar mevcut…

O yanlışın bazılarını ele aldığımız halde uzun bir yazı meydana geldi. Tamamını yazıya dökseydik kim bilir ne kadar olurdu. İslamoğlu’nun yanlışlarının ve haksız suçlamalarının hepsini değil, mecburen bir kısmını aşağıda madde madde ele aldık.

İşte yanlışlar ve suçlamalar:

1- Yazar daha kitabın “Giriş” yazısında, hemen yanlışlığa adım atıyor. “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık” (6/148) diyen müşriklerin bu sözünün kaderci geleneğe ait yani kadercilikle ilgili bir söz olduğunu söyleyerek imanın şartlarından biri olan kader inancına ilk darbeyi vuruyor. Ona göre kadercilik/kadere inanmak, müşriklerden gelme bir şeymiş.

Ancak, dikkat ederseniz âyete bizzat kendisinin verdiği mânâda “Allah dileseydi” deniliyor. Kendi verdiği “Dilemek” kelimesini unutuyor ve meseleyi sündürüp, “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık”diyen müşriklerin kaderci olduğunu söylüyor.  (Sahife: 10)

Halbuki müşriklerin sözü ortada. 1. maddenin ilk cümlesindeki o sözde kader kelimesi yok, dilemek/istemek var. Buna rağmen kader insanı kafir olmaya zorluyormuş gibi, İslamoğlu bu cümleyi şu mânâya çekiyor: “Allah’ın bizi şirke mecbur eden kaderi olmasaydı biz şirk koşmazdık.”

2- Kader meselesinde bu kadar ağır ifade kullanan İslamoğlu, Müslümanlar hakkında da çok ağır ve suçlayıcı cümleler kullanmakta tereddüt etmiyor:

“Bazı Müslümanlar, Hıristiyanlaştıkları oranda dinlerini şekillendirmeye soyunmuşlardır.

…Allah onu Kur’an’la sadece karşıtlarının değil, müntesiplerinin(Müslümanların) şerrinden de korumuştur.” (Sa:10)

“Bazı Müslümanlar” dediği kimselerin ne gibi işler yaptıklarından dolayı Hıristiyanlaştıklarını söylemeye bile lüzum görmeden, onları rahatça Hıristiyanlaşmakla suçlayabiliyor.

Hıristiyanlaştığını söylediği Müslümanlar, yılbaşlarında noel yortularına katılan Müslümanlar falan değil. Onun ifadesiyle ”Geleneksel din tasavvurları”na sahip olan Müslümanlar.

“Geleneksel” demek, ötedenberi kabul edilegelen demek. Bir taraftan  “Geleneksel” diyerek Resûlüllah Efendimiz’den beri bilinegelen İslamı tenkit ederken “Din tasavvuru” diyerek de ikinci bir yanlışa düşüyor.

Şöyle ki: İslamın “İ”sinden haberi olan bir kimse “Geleneksel din tasavvuru” demez. Çünkü din tasavvur/düşünce değil İlâhî bir hükümdür. Diğer bir ifadeyle; tasarlanmış, bir düşünce değil, Allah tarafından konulan bir inanç sistemidir.

İslamoğlu cümlesinde “müntesip” kelimesini kullanıyor.“Müntesip” İslamı kabul eden kişi yani Müslüman kimse demek. İslamoğlu, “Allah onu (İslamı) Kur’an’la sadece karşıtlarının değil, müntesiplerinin şerrinden de korumuştur” diyebiliyor.

Allah (c.c.) İslamı Müslümanların şerrinden Kur’an’la koruduğuna göre(!) her Müslüman, İslamoğlu’na göre şerli birer İslam düşmanı olmuş oluyor.

3- İslamda, imanın bir şartı olarak kadere inanmak vardır. Yani kader, bir anlayış değil inançtır. İslamoğlu ise tam aksini söylüyor:

“Kur’an’ın kader anlayışı.” (Sa: 13)

Kur’an Allah kelamı olduğuna göre “Kur’an’ın kader anlayışı” demek –hâşâ- “Allah’ın kader anlayışı”deme kolun. Daha açıkçasıi “Allah kaderi şöyle anlıyor” demek olur ki bu sözün îmân bakımından tehlikesi ve bir müslümanın böyle bir söz söylemesinin mümkün olmadığı ortadadır.

4- Yazar, Hazreti Ali Efendimiz hakkında, “Kendisinden sonraki zalim iktidarların istismar edebilecekleri bir kapıyı ebediyen kapamıştır” diyor. (Sa:17)

Bay İslamoğlu ehl-i sünnet Müslümanların değil de şiîlerin ağzına yakışan bu sözü, aslında Peygamberimiz’in Kur’an âyetlerini yazmakla vazifelendirdiği Hazreti Muâviye’ye zalim demek için kullanıyor ama hırsla söylediği için bir gerçeği unutuyor: Hazreti Ali Efendimiz’den sonra idareyi ele alan kişi, Hazreti Muâviye değil Hazreti Hasan Efendimiz’dir. Dolayısıyla, “Kendisinden sonraki zalim iktidarlar derken zâlimlikle suçladıklarının içine Hazreti Hasan Efendimiz’i de kattığının farkında değil. Hırsı ilmini bastırmasa ve hırsına mağlup olmasaydı, elbette “Hazreti Hasan’dan sonraki zalim iktidarlar” derdi ama ne yapsın ki hırsı bilgisini geçmiş.

5- İslamoğluöte taraftan Müslümanları suçlamada o kadar ileri gidiyor ki, risalesini tercüme ve istismar ettiği Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni bile suçlamada liste harici tutmuyor.

Biz biliyoruz ki her Müslüman gibi Hasan-ı Basrî Hazretleri de ki Hz. Osman’ı sevmektedir. İslamoğlu, onun bu sevgisine bozulmakta ve “Onun Hz. Osman’a olan bu meylinin, onu muhakeme (düşünüp kara verme) zaafına sürüklediği söylenebilir” demektedir. (Sa: 18)

Evet… Dilin kemiği yok, isteyen istediğini söyleyebilir. Ama mühim olan söylenen sözün doğru olup olmadığı yani Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin muhakeme zaafı içinde olup olmadığıdır.

Hasan-ı Basrî Hazretleri, Hazreti Osman’ın aleyhinde olsaydı, İslamoğlu asla onun muhakeme zaafı içinde olduğunu söylemeyecek ve tabii ki“Gördüğünüz gibi Hasan-ı Basrî bile böyle söylüyor” diyecekti.

İslam âlimleri içinde bu kanaatta olan hiçbir kimse olmadığı için olmadığı için, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nde muhakeme zaafı olduğunu söyleyen İslamoğlu, bunu herhangi bir âlime dayandıramıyor. Çünkü bu haksız, yanlış ve sakim kanaat sadece kendisine ait…

İnsana sormazlar mı? Sayın İslamoğlu, muhakeme zaafı içinde olan bir zatın eserine nasıl güvenip de tercüme etmiş ve böyle bir eseri okuyucularına nasıl sunmuştur?

lslamoğlu, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin “Halk hiçbir hususta Osman’ı tenkit etmedi” sözünü de kabul edemiyor ve “Oysa hakikat bunun tam tersidir” diyor. (Sa. 18)

Ey İslamoğlu! Hakikatın tersine yalan denir. Size göre Hasan-ı Basrî Hazretleri hakikatın tersini söylediğine göre yalan söylemiş oluyor. Siz de bir yalancının eserini tercüme edip bile bile Müslümanlara sunmuş oluyorsunuz. Öyleyse, bir yalancının(!) sözlerine ve vebaline bile bile ortak olmuyor musunuz?

Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin “Halk hiçbir hususta Osman’ı tenkit etmedi” sözüne gelince.

Siz kabul etmeseniz de, ashab-ı kiram içinde Aşere-i Mübeşşere yani cennetlik oldukları Peygamberimiz tarafından müjdelenen 10 mübârek zat var. Bunlardan üçüncü derecede olanı Hz. Osman radıyallâhü anhtir. Ashab-ı kiram bu 10 zata son derece hürmet gösterirlerdi.

Haaa ….Hazreti Osman hiç tenkit edilmedi değil. İcraatta sıradan herkesin sebebini anlamadığı bazı durumlar olmuştur. Ancaaak! Gerekli izahı dinleyenler ikna olmuşlar ve mesele bitmiştir. Dinlemeyenler ve art niyetliler ise ne olursa olsun tenkite devam etmişlerdir ki bu da gayet normaldir.

Şimdi siz bunları tenkit mi kabul edeceksiniz?

Ama ille de tenkit kelimesini kullanmak istiyorsanız size yardımcı olalım. Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz öyle şiddetli tenkitlere maruz kaldı ki sonunda şehit edildi.

Bu hadiseye karışan isyankâr ve söz dinlemez güruhu siz İslamın emirlerine boyun eğen Müslüman halk sayarsanız, Hazreti Osman halk tarafından hem de en şiddetli şekilde tenkit edilmiş demektir.

6- Kitabını, “Kaderi inkâr ve Emevî kabilesini, özellikle Hazreti Muaviye’yi kötülemek” üzerine bina eden İslamoğlu, bazen de gerçekleri yazmak mecburiyetinde kalmış. Bunlardan biri şöyle:

“Hasan el- Basrî, Muâviye b. Ebi Süfyan’ın yirmi yıllık iktidarında ve ardından oğlu Yezid’in dört yıllık iktidarında açık bir muhalefette bulunmadı. Fakat ehl-i beytin başına gelenlere de duyarsız kalmadı.” (Sa: 18)

Evet aynen öyle yaptı. Yani tam bir denge halinde oldu. Allah bilir ya, bu hareket de İslamoğlu’na göre yanlıştı.

7- İslamoğlu’nun, Hazreti Osman Efendimiz’in mensup olduğu Emevî sülalesine düşmanlığı, Şiîlerin düşmanlığıyla tıpatıp aynı. Şiîler duydukları her sözü mantıklı olsun olmasın nasıl Emevîler aleyhinde kullanıyorlarsa, o da öyle yapıyor.

Müslümanlar, kalplerini dünya sevgisiyle doldurmamaları lâzım ya. Hasan-ı Basrî Hazretleri de bu mânâda dünya malına değer verilmemesine işaret olarak şöyle buyurmuş:

“Vallâhi bu dünya, kocalarını öldüren gelinler kadar zâlimdir.”

Burada “Kocalarını öldüren” sözü geçiyor ya, artık İslamoğlu durur mu? Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin bu sözünü şöyle değerlendiriyor:

“Emevîler tarafından karısına zehirletilen Hz. Hasan’ı ima etse gerektir.” (Sa: 18)

İslamoğlu’ndaki şu objektif ve ilmî(!) tavra bakın dostlar!

“Emevîlerin Hazreti Hasan’ı zehirlettiğini söylüyor” diyemiyor.

“Zehirlettiğini îmâ ediyor” da diyemiyor.

Kendini zorlaya zorlaya ancak “Îmâ etse gerektir” diyor. Ve bu da ilmî bir söz oluyor.

Ama ne yapsın, bu kadarcığını da söylemese şiî dostları gücenebilir.

İslamoğlu, “Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin, Hazreti Muâviye zamanında ordu ile sefere çıktığını, Emevîlerin Horasan Valisi’ne kâtiplik ve tercümanlık yaptığını” yazıyor. (Sa: 18)

Doğrudur, itirazımız yok.

Ey İslamoğlu! Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin yerinde siz olsaydınız, Hazreti Muâviye’nin hem de İran’a gönderdiği fetih ordusuna katılır mıydınız? Emevîlerin vâlisine kâtiplik ve tercümanlık yapar mıydınız?

“Evet” diyerek beni şaşırtırsanız sizi tebrik ederim. “Hayır” derseniz -ki Hazreti Muaviye muarızlığınız bunu icap ettiriyor- o zaman da şunu sorarım:

Bizzat hadiselerin içinde olan, gören yaşayan biri olarak, Hasan-ı Basrî Hazretleri bu vazifeleri kabul ettiğine göre, siz ondan daha mı anlayışlı daha mı hassassınız?

8-Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, bazen gerçekleri de yazan Yazar İslamoğlu, yine bir gerçeği ifade ediyor. “Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ın iktidardan Ümeyye oğulları lehine feragat etmesi” diyor. (Sa: 27)

Yani Hazreti Hasan’ın, Halifeliği kendi isteğiyle Hazreti Muaviye’ye teslim ettiğini yazıyor.

Bir taraftan ehl-i sünnet olduğunu söyleyip bir taraftan da ehl-i sünnet muarızlığı yapanlardan Prof. Hayrettin Karaman ise, tarihlerin yazdığını inkâr ederek, “Hazreti Muâviye’nin, Hazreti Hasan’ı kandırarak hilafeti elde ektiğini” iddia etmektedir.

Biz de burada bir aracılık yapıp, Hazreti Muâviye muarızı olan İslamoğlu’nun bu doğru cümlesini, diğer bir Hazreti Muâviye muarızı olan Hayrettin Karaman’a ithaf ediyoruz…

9- İslamoğlu, Hazreti Muâviye’nin Beytü’l-mal/devlet hazinesi hakkındaki tavrının şöyle olduğunu söylüyor:

“Ona göre, mal Allah’ın malıydı. Allah onu dilediğine verirdi. Şimdi Allah malını Emevî ailesine vermeyi dilemişti, bundan kime ne idi.” (Sa: 31)

Peki… İslamoğlu, Hazreti Muaviye’nin herhangi bir yerde böyle bir söz söylediğine dair bir kayıt, bir belge gösterebiliyor mu? Hayır! Zaten böyle bir belge bulsa hiç durmazdı ki.

Öyleyse bu suçlama ne?

Bu bir şiî iftirasıdır ve İslamoğlu’nun şîa mahallesinden alıp kabul ettiği kendi kanaatıdır.

Peki gerçek ne?

Gerçek şu:

Hazreti Muaviye’nin, milletin malını gasp edip mensubu olduğu Emevî ailesine vermesi şöyle dursun, insanlara yardımda cömertliği dillere destan bir sahâbîdir. Dolayısıyla, bu şiî iftirasının kaynağı kitap sahifeleri değil, bazı hasta kalplerdir.

Bu kitapta konu güya kader ya. Hızını alamayan İslamoğlu, bu iftirayı kader konusuna çekmeden önce Hazreti Muaviye’yi şöyle suçluyor:

“Servet tasavvurundaki bu sapmayı, kader tasavvurundaki sapma izledi. İktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvuran Muaviye b. Ebi Süfyan, sonunda emeline kavuştu.” (Sa: 31)

Değerli okuyucular! Yukarıda okudunuz gibi, İslamoğlu kitabının 27. sahifesinde “Hazreti Hasan’ın iktidardan Ümeyye oğulları lehine feragat ettiğini” söylüyordu. Biz de onun bu sözünü Hayrettin Karaman’a ithaf etmiştik. Aynı İslamoğlu şimdi de kalkmış “İktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvuran Muaviye” diyor.

  1. sahifede yazdığı doğrunun 31. sahifede tersini yazarak doğrudan doğruya iftiraya kanat açan ve böylece kendi içinde bile tenakuzdan/çelişkiden kurtulamayan bir kimse, bilmem ki niçin yazarlığa soyunur?

Soyunur değerli okuyucular soyunur. Bir kimsenin sağ gösterip sol vurma vazifesi varsa, Sünnî görünüp şiî darbesi vurma vazifesi varsa, pek âlâ soyunur, nitekim soyunuyor.

Amma… İnsan iftira ederken bile biraz tutarlı olmalı değil mi değerli okuyucular! Ne demişler! Dokuz düşün bir konuş…

İnsan dokuz düşünüp bir konuşmaz da desteksiz atarsa, karakolda doğru söyler mahkemede şaşırır. İslamoğlu gibi 27. sahifede doğru söyler 31. sahifede şaşırır…

10- İslam itikadına göre “Müslüman olarak bir defa Peygamberimiz’i gören veya Peygamberimiz tarafından görülen kimse sahâbîdir.”

Sahâbî, lügat mânâsı olarak arkadaş demek. Çoğulu, ef’âl vezninde ashâb’dıryani arkadaşlar. Yalnız, o mübârek zatlar hakkındanadiren yalın olarak ashab denilebilirse de esasenashâb-ı kiram diye bahsetmek edep ve hürmete daha uygun düşer.

Değerli okuyucular!

Asırlarca İslam dinini bozmak için uğraşıp duran(!) İslam âlimleri, meğer ashâb-ı kiram meselesinde de sinsice aynı şeyi yapmışlar. Mustafa İslamoğlu da sağolsun her konuda olduğu gibi bu konuda da bizleri aydınlatıyor da biz de öğrenmiş oluyoruz. “Hicrî 3. yüzyıldan sonra, terimin (ashâb kelimesinin) anlamını pek de haklı gösterilemeyecek gerekçelerle genişlettiler” diyor. Haksız olarak genişletenler İslam âlimleri oluyor yani.

Evt…İslam âlimleri, ashâbdan olmayanları hakları olmadığı halde ashâb-ı kiramdan saymışlar. İslamoğlu böyle söyledikten sonra esas yapacağını yapıyor ve sözü sonunda Hazreti Muâviye’nin ashâb-ı kiramdan olmadığına getiriyor. Bunu kabul ettirebilmek için de Buhârî ve Müslim’den iki hadisi aklınca delil olarak gösteriyor. Daha doğrusu gösteremiyor, tökezliyor.

Çünkü,İslamoğlu’unun iddiasıni ispat için delil getirdiği Buhârî de Müslim de, onun var gücüyle kötülediği Hazreti Muâviye’nin rivâyet ettiği hadislere eserlerinde yer veriyorlar. Bu hadisler sadece onlarda değil diğer sünen ve müsnedlerde de yer almış.

“Bu hadislerin dördü Buhâri ve Müslim’de, beşi yalnız Buhârî’de dördü de sadece Müslim’de yer alır.”(TDV İslam Ans. c: 30, Muâviye maddesi)

Sayın İslamoğlu! Peygamberimiz’in “Ashabım hakkında Allah’tan korkun Allah’tan” buyurduğunu söylüyorsunuz. Aynı hadis-i şerifi biz de size hatırlatsak kızar mısınız?

Peygamberimiz’in bu sözünden hareketle, bu ihtara muhatap olanların ashabtan olamayacaklarını söylemek istiyorsunuz ama maalesef mesele sizin anladığınız gibi değil.

Bakınız:

Bir babanın birkaç çocuğu olsa, onlardan bazılarına diğer kardeşleri hakkında, “Çocuklarım hakkında haksızlık yapmaktan Allah’tan korkun” dese, bu sözün muhatapları o babanın çocukları olmaz mı? Elbette onlar da aynı babanın çocuklarıdır.

Bir diğer husus şudur:

Yukarıda temas ettiğimiz gibi, ashâb arkadaş demektir. Mekke ve Medine’de, Peygamberimiz’le çok kere beraber olup maddî olarak ona ashâb / arkadaş olan bir kısım müslümanlar vardı. Bunlar bildiğimiz mânâda yüksek derecelere sahip ashâb-ı kiram oldukları gibi, maddeten de Peygamberimiz’in arkadaşları idiler.

Bir de civar kabilelerden gelip iman edip yaşadığı yere, köyüne, kabilesine dönen ve Peygamberimiz’i çok az gören Müslümanlar vardı. Bunlar Medine’de yaşamadıkları için Peygamberimiz’le her ne kadar maddî ashâb/arkadaşlık yapamadılarsa da, onlar da mânevî derecelere sahip olan ve ashâb-ı kiram vasfını kazanan Müslümanlardır. Nitekim siyer kitaplarında “Peygamberimiz’in 120 bin erkek 100 kadın sahâbî ile beraber hac yaptığı” yazılmaktadır. Bu büyük kalabalığın hepsi Medine halkı değildi, ama kitaplarımız onların tamamını ashab olarak anmaktadır. Demek ki onlar da ashâb idiler…

11- İslamoğlu, tarihçilerin Hazreti Muâviye’nin aleyhinde ifadeler kullanmamalarını şöyle izah ediyor:

“Bu dönemi yazanların ekserisi olaylara ve insanlara iktidarların baktığı yerden bakmışlardır.” (Sa: 35)

Sayın İslamoğlu! Siz de olaylara Sünnîlerin değil Şiîlerin baktığı yerden bakıyorsunuz.

12- Kitabın konusu kader ya. Yazar görünüşte sözü kadere getiriyor ve şu sözü söyleyebiliyor:

“Tarihte ‘Özgür iradeye karşı kaderciliği ilk kim savunmuştur’” sorusuna Kur’an ‘Şeytan’ cevabını veriyor.” (Sa: 36)

Böylece kadere inanmayı şeytanlık olarak vasıflandırıyor. Bu arada “Cebirci kadercilik” diye bir şey uyduruyor. Ama ne kadar uydurursa uydursun, söylediği kökten sakat. Çünkü kader inancında cebir vei zorlama yoktur. Yani kader, insanı bir şeyi yapmaya zorlamaz.

13- İslamoğlu, “Pavlus (Tarsuslu Talut), İncil’in parçası haline getirilen Romalılara Mektub’unda tıpkı bazı Emevî idarecileri gibi… diyerek, Emevî idarecileri bir kâfirle aynı kefeye koymakta tereddüt etmiyor. (Sa: 37)

14- Kader meselesinde gayr-i Müslimlerin sözlerine müracaat etmeyi de ihmal etmeyen İslamoğlu, ‘Ünlü kurucu ilâhiyatçı’ sıfatıyla takdim ettiği Aurelius Augustin’in şu sözlerini aktarıyor:

“İşlenen günahın sorumlusu kader, şans ve benzeri değil, bizzat insanoğludur. Günah işlemek insanoğlunun kendi seçimidir.” (Sa: 38)

Her ne kadar İslamoğlu kabul etmese ve edemese de İslama göre de böyledir. Yani kader zorlayıcı değildir, dolayısıyla günahın sorumlusu kaderin önceden yazılmış olması ve kader inancına sahip olmak değildir. Çünkü günah işlemek insanoğlunun kendi seçimidir.

İslamoğlu’nun şu sözüne ne demeli?

“Kilise babası Augustin’in bu tavrı, Hasan el- Basrî’nin tavrına benzetilebilir.” (Sa: 38)

Ey Müslümanlar! İmân ve inançla alâkalı bir meselede, bir gayr-i müslimin bir İslam büyüğüne benzetilmesine ihtiyaç var mıdır ve bu böyle bir benzetme câiz midir?

15-Bir de şu benzerliğe bakın! Yaşar Nuri Öztürk, namaz konusunda ehl-i sünnetin kıldığı namaza “Emevî namazı” diyor, “Ben emevî namazı kılmak” diyor. İslamoğlu da kader konusunda İslam ehl-i sünnet kader inancına “Emevî kaderciliği” diyor, o da kadere ehl-i sünnetin inandığı gibi inanmıyor.

Emevîler, Mekke’deki kabilelerden bir kabiledir ve bu kabileden Müslümanlığı kabul eden birçok sahâbî vardır. Peygamberimiz’in cennete gideceğini müjdelediği, bir kızını verdiği, o vefat edince ikincisini verdiği, o da vefat ettikten sonra “Üçüncü bir kızım olsaydı Osman’a onu da verirdim” buyurduğu Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz de Emevî kabilesiindendir. İslamoğlu işte bu kabileyi hiç ayrım yapmadan devamlı suçlamaktadır:

 “Kur’an’ın üstünü çizdiği ve mahkûm ettiği cahiliye kaderciliği, Emevîler eliyle yeniden üretildi.” (Sa: 39)

Sayın İslamoğlu! Câhiliye kaderciliğini falan bırakalım da siz kadere ehl-i sünnetin inandığı şekilde inanıp inanmadığını söyleyiniz. İnanıyor musunuz inanmıyor musunuz?

16- İslamoğlu’nun ifadeleri gayet açık. Ma’bed el-Cühenî hakkında, “Ma’bed’in kader anlayışı da Hasan el, Basrî gibi Emevî değil Kur’an’îdir” diyerek hiç kimseyi istisnâ etmeksizin Emevîleri silme Kur’an dışı sayıyor. (Sa: 41)

Bu sözüyle “Emevî sülalesinden olanlar Müslüman olamaz” demeye getiriyor. Bununla da kalmayıp daha ağır bir suçlamaya cür’et ediyor. Hem de yapacağı bu suçlamaya Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni alet ederek. İşte kullandığı o cümle:

“Hasan el-Basrî gibi muttakî bir âlimin zaviyesinden bakınca “Allah düşmanı” olarak görülen Emevî yöneticisi” (Sa: 43)

Sayın İslamoğlu! Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin bir emevî yöneticisine  “Allah düşmanı” dediğine dair bir belgeniz varsa getirin. Ama getiremiyorsunuz. İddianızı ispattan âcizsiniz  Onun için kendi düşüncenizi o mübârek zata yamamaya çalışıyorsunuz. Siz de biliyorsunuz ki bu bakış açısı Hasan-ı Basrî gibi bir zatın bakış açısı değil bal gibi gulât-ı şîanın (şîanın azgınlarının) bakış açısıdır.

17- İslamoğlu’nun, şu gülünç ifadesine bakınız:

“İmam el-Basrî’nin Allah’ın kaderi ile bir alıp veremediği yoktur.” (Sa: 43)

Hasan-ı Basrî Hazretleri gibi bir İslam büyüğünün Allah’ın kaderiyle tabii ki bir alıp veremediği olamaz. Vardır diyen bir Müslüman mı var ki böyle söylüyor? İlimli-ilimsiz hiçbir Müslümanın ağzına yakışmayan bu üslupla acaba zihinler neye zorlanıyor?

18- İslamoğlu, kadere inanmanın aleyhindeki sözlerini kendi söylemeyip bunu Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne söyletiyor. O mübârek zat şöyle yapmış:

“Âhireti boşa çıkaran bir kaderciliğin, Kur’an’ın ümmete kazandırdığı ahlâkî değerleri sıfırlayacağını fark etmiştir.” (Sa: 44)

Bu müthiş tespiti yapan da tabii ki zât-ı âlileri oluyor.

19- Hasan- Basrî Hazretleri üzerinden, mezhepleri nasıl Kur’an ve Resûlüllah yolu haricinde gösteriyor:

“Hasan el-Basrî… sonra ortaya çıkan mezheplerin hiçbirinden değildir. O Kur’an’ın ve Resûlüllah’ın yolundan giden bir âlimdir.” (Sa: 44)

Ey İslamoğlu’nun Kader Risâlesi ve Şerhi’nin değerli okuyucuları! Kur’anın ve Resûlüllah’ın yolundan gitmek için hiçbir mezhepten olmamak mı icap eder?

20- İslamoğlu, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin nasıl bir ömür geçirdiğini şu cümleyle anlatıyor:

“İmam el-Basrî, ömrünü Emevî kaderciliğine karşı mücadeleyle geçirmiştir.” (Sa: 44)

Okuyanlar da zannedecekler ki, bu zat hiç ilimle, ibâdetle, falan uğraşmamış, işi gücü Emevîlerle mücadele imiş. Toptan gerçek dışı…

Ama hayret! Bu sözün sahibi, bundan sadece iki satır sonra şöyle diyebiliyor:

“Ondan (Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden) bize kadar gelen en önemli mevsuk eser olan Kader Risâlesi, böyle bir tartışmanın gereksizliğinin en açık delilidir.” (Sa: 45)

Hani Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin ömrü Emevî kaderciliğine karşı mücadeleyle geçmişti?

Şimdi de kalkmış “Kader Risâlesi, böyle bir tartışmanın gereksizliğinin en açık delilidir”diyor.

Doğru olan hangisi?

21- İslamoğlu, şu sözüyle adeta “Benim yazdıklarıma inanmayın” demiş olmuyor mu:

“Bir insanı hasımlarının ağzından tanımak, onu tanımamaktır.”(Sa. 45)

İslamoğlu, kadere inananların muarızı ve istisnasız Emevî sülalesinin hasm olduğuna göre, onun yazdıklarıyla kadere inananlar ne de Emevîler tanınabilir. Demek ki, İslamoğlu’nun onlar hakkında yazdıkları okunmaya değmez.

Kendisini ele veren başka bir cümlesi:

“Birini hasmının koyduğu adla anmanın âdil olmadığı ortadadır.” (Sa: 46)

Öyleyse, Emevîlerin hasmı olan İslamoğlu’nun 16. maddedeki şu sözüne itibar etmek hiç âdil/adaletli değildir:

“Allah düşmanı” olarak görülen Emevî yöneticisi”

22- İslamoğlu’nun başka bir cümlesi:

“Geçmişin kinini gelecek kuşaklara taşımak istemiyorsak, hasımların birbirleri aleyhine yazdıklarını naklederken ihtiyatlı olmak zorundayız.” (Sa: 47)

Sayın İslamoğlu! Siz bu tenbihi kahir ekseriyeti Sünnî olan Türkiye’deki Müslümanlara değil de Şiîlere yapsanız daha isabetli olmaz mı? Çünkü Ehl-i sünnetin Şiîler hakkında kinleri falan yok ama herkes biliyor ki Şiîlerin ve şiîseverlerin Sünnîler hakkında bitmez tükenmez kinleri var. Hatta şu anda İran’da basılan şiî kitapları bu kinle dolu. Bunu siz de biliyorsunuz.

Meseleyi insaf ile ele alalım. Diğer şiî kitapları şöyle dursun, meselâ sizin Kader Risalesi ve Şerhi isimli kitabınız bile bu kini dile getiren ifadelerle dolu değil mi?

23- Yalın olarak kader inancı aleyhinde bulunduğu takdirde bunun uygun olmayacağını bilen İslamoğlu, yapacağını kitabının başından sonuna kadar Emevîler/Ümeyyeoğulları üzerinden yapıyor. Bu mânâdaki bir cümlesi şöyle:

“Ümeyyeoğulları eliyle hortlatılan cahiliyye kader inancı…” (Sa: 48)

Demek, Ümeyyeoğlulları câhiliye devri kâfirlerinin kader inancını hortlatmış; saf, bilgisiz, geri zekâlı müslümanlar da bunu kuzu kuzualıp kabul etmişler, kadere inanmaya devam ediyorlar öyle mi?

Müslümanlara bundan daha büyük bir iftira olabilir mi? Müslümanlar bundan daha aşağı nasıl gösterilir?

24- Sayın Şevket Eygi’nin “Zındık” diye andığı Şiî Ali Şeraîtî, Hazreti Ömer zamanında İran’ın fethedilmesini içine sindiremediği için, Muhammed Kimdir isimli eserinde “İran’ınki fetih değil, bir ilkel toplumun bir medenî toplumu işgali” diyordu.

Enteresanadır, İslamoğlu da “işgal” kelimesini kullanıyor:

“Önceleri “fetih” deyince yürek fethi anlaşılırdı. Artık fetih deyince toprak işgali anlaşılır oldu.” (Sa: 48)

Sayın okuyucular! Ne zamandan beri fetih deyince işgal anlaşıldığını anlayın artık.

Tabii ki Emevîlerle beraber…

Meselâ Hazreti Muâviye zamanında Kıbrıs’ın fethi aslında fetih değil işgal(!)…

25- Yazarımız, Haris el-Muhâsibî’nin “Kur’an akıldır, akıl Kur’an’dır” sözünü “muhteşem bir söz” diye naklediyor. Fakat bunu okuyan bazı kimselerin, “Demek ki akıl da Kur’an gibiymiş. Ben aklımla hareket ederim” diyerek yanlışa düşebileceklerini ne hikmetse düşünemiyor ve kısa da olsa bir açıklama yapmıyor.

Okuyucunun mânen mahvolması onun için acaba hiç mi mühim değil?

26- Bahse konu kitabında, îtikâdî bir mesele olan “Kader”i ele alan İslamoğlu, sadece kaderi ele kalıp bu arada îtikadî mezhepleri de inkâr etmeseydi ayıp yapardı. Ama o ayıbı yapmıyor. “Akâitte (itikatta) mezhebin nedir?” gibi bir sorunun abes olduğunu söylüyor ve “Bu soruyu duyunca kaşları çatılan Kur’an “Biz burada ne oluyoruz?” diye hesap sorsa haksız mıdır?” diyor. (Sa: 53)

Konu îtikâdî olduğu için, İslamoğlu bu sözüyle îtikadda mezheplerin Kur’an’a ters olduğunu söyleyerek burada sadece îtikad mezheplerini inkâr ediyor. Amelî mezhepler konu edildiği zaman da herhalde onlar hakkında söyleyeceklerini de ihmal etmez.

Müslümanların Mâtüridî ve Eş’arî mezheplerine mensup olmalarını, “Ümmetin fırka fırka, hizip hizip, mezhep mezhep”bölünmüş olmaları şeklinde anlatıyor.(Sa: 53)

27- Her meselede Kur’an’ı esas aldığını söyleyen İslamoğlu, Yusuf sûresi 109. âyette açıkça “Bütün peygamberlerin erkeklerden (ricâlen) gönderildiği” beyan edildiği halde,bunu kabul etmiyor/edemiyor. Bununla da kalmıyor, kadınlardan peygamber gelmediğini söyleyen Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni, “Bu meselede isabet edememiştir” diyerek tenkit ediyor.

Hepsinden tehlikelisi de şu: “Bu âyetin konusu, peygamberlerin cinsiyeti değil insiyeti yani insan oluşlarıdır” diyerek Kur’an’ın apaçık ifadesine (ricâlen) de, tefsir ilmine de, tefsir âlimlerine baş kaldırıyor. (Sa: 58)

28-“Emevî hanedanını zulüm okyanusuna benzetirsek” diyen İslamoğlu, böylece tipik bir aşırı şiî tavrı sergilemektedir. (Sa: 62)

Ona göre bu koskoca hanedandan sadece üç kişi adalet sahibidir, geriye kalanın tamamı zâlimdir. Yine ona göre bu zalimlerin en başında da Hazreti Muâviye gelmektedir.

 

29- İslamda ikiyüzlü olmak yok, “Olduğun gibi görünmek ve göründüğün gibi olmak” vardır. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin tavrı da aynen böyle olup ikiyüzlü olmaktan uzak bir zattır. Şiîlikte ise olduğun gibi görünmek yok aksine takiyye var. Şiîliğin vazgeçilmez şartlarından olan takiyye, gerçek inancını gizleyerek başka inanıp başka görünmektir.

İslamoğlu ise bir ehl-i sünnet büyüğü Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni şiî olarak göstermek için bakın neler yapıyor?

a- Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin muhalefet usulünün takıyye olduğunu söylüyor.

(Takıyyenin ne olduğunu İslamoğlu’nun kendi kaleminden öğrenelim:

 “Olağanüstü durumlarda ve tehdit altında gerçek inancını gizleyerek korunma.”

İslamoğlu burada bir kurnazlık yapıyor. “Hasan-ı Basrî Hazretleri madem Emevîlere zıttı da tarihte niçin Emevîlere muhalefeti görülmüyor?” denilmemesi için “Onun muhalefeti takıyye şeklindeydi” diyor.

Haydi onu kabul edelim. Peki düşüncesini gizleyerek nasıl muhalefet yaptı? Takiyye yapıp düşüncesini dışa vurmayan kimsenin düşüncesi nasıl anlaşılacak ki?

İki: Açığa vurulmayan bu gizli düşünceyi İslamoğlu nasıl keşfetti?)

b-İslamoğlu Kur’an’da takıyyeye izin verildiğini söylüyor. Kadere inanmanın, imanın şartları içinde olmadığını söyleyen aynı İslamoğlu, böylece imanın şartları içinde takıyyenin de olduğunu söylemiş oluyor.

(Bu yanlışta İslamoğlu ile Şiîler mutabık. Çünkü Şiîler de böyle söylüyorlar. Hangi âyetle izin verildiğini ise söy-le-ye-mi-yor-lar. Söyleyebiliyorlarsa, buyursun Sayın İslamoğlu söylesin.)

c- Hasan- Basrî Hazretleri’nin “Takıyye kıyamete kadar bakidir” dediğini söylüyor.

( Bu da, o mübârek zatı şiî göstermek uğruna söylenilmiş gerçek dışı bir sözdür. Eğer O Hazret’in böyle bir sözü olsaydı, İslamoğlu onu sütun sütun sergilemez miydi? Ama yapamamış…)

d- Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin, “Takiyyeye birkaç kez başvurduğunu” söylüyor.

Yukarıdaki “a” maddesinde o mübârek zatın“Muhalefet usulünün takıyye olduğunu” söylüyordu, burada ise “Birkaç kez takıyye yaptığını” söylüyor.

Devamlı bir zulüm altında olup usulü takıyye yapmak olan bir kimse hayatında niçin sadece birkaç kez takıyye yapsın ki! Devamlı olarak tehlikeyle karşı karşıyaysa devamlı olarak takıyye yapmış olması icap etmez mi?

İslamoğlu devamla şöyle diyor:

“Çağdaşı birçok âlimin maruz kaldığı Emevî zulmünden, kendisini takiyye sayesinde koruyabilmişti.” (Sa: 63)

İslamoğlu’nun sözünden yola çıkarak söylüyorum:

Hasan-ı Basrî Hazretleri, düşüncesini hep gizli tutup itiraz ve başkaldırı yapmadıysa,  demek ki bu zatın görülen bir muhalefeti de yoktu? Olmadığı için de kendisi için bir tehlike söz konusu olmaz.

Öyleyse bu zatın yönetime muhalefeti nerede?

Bir diğer husus…

Değerli okuyucu!

Biz Müslümanlar, aldığımız İslam edebi gereği büyüklerimizi hazret kelimesiyle anarız. Veya peygamberleri anarken aleyhisselam, ashab-ı kiramı anarken radıyallâhü anh, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve onlardan sonra gelen İslam büyüklerini anarken rahmetüllâhi aleyh deriz.

Yaşça akranımız olanları ve küçüklerimizi ise Ali, Veli, Hasan, Hüseyin, Ayşe Fatma diye isimleriyle anar ve çağırırız.

Bir büyüğüne “Hasan! Hüseyin!” diye veya “Ayşe! Fatma!” diye ismiyle hitap edenin de edebe uygun hareket etmediğini söyleriz.

Sayın İslamoğlu’na gelince. Bu zat Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden daha mı büyüktür ki, kitabında Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bahsederken hep yalın olarak “Hasan” demektedir?

Ancak, İslamoğlu sade bu kitabında değil, bütün kitaplarında İslam büyüklerini aynı şekilde anmaktadır…

Değerli okuyucular!

Bu konunun devamı olacak.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu