Ali Eren

İlâhiyatçılarımızın canları sağolsun…

 

Diyanet, kim bilir kaç personelini ne kadar çalıştırarak yapmışsa, Türkiye’de işlenen tam 1380 çeşit hurafe tesbit etmiş. Bir kanalda da, Cuma akşamı bununla ilgili bir program yapıldı. Sağ olsunlar, sayelerinde bilgilendik. Sevgili ilâhiyatçılarımız bi kere sağ olsunlar; sayelerinde şu meseleleri öğrendik.

1- Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyaret edip ondan bir şey istenince müşrik olunuyormuş…

Ziyaret edilebilirmiş, ama o zatı ilah yerine ve bir şefaatçı yerine koymamalıymış…

2- Din, ne İbn-i Arabî’nin (yani Muhyidîn-i Arabî Hazretleri’nin) ne şunun ne bunun dediği gibi değilmiş.

3- Kendileri meselâ Bursa’daki Emir Sultan Hazretleri’ni (Hazret kelimesini ben koyuyorum) ziyaret  ederlermiş. Ruhuna okur, ona duâ ederlermiş. Ama bazıları böyle kişilere bağlanıyorlarmış, bu yanlışmış…

4- Bu hususta ölçüleri Kur’an ve hadismiş. Bu hususta zaten Kur’an ve hadisi ölçü almayıpta neyi ölçü  alacaklarmış…

 Sevgili hocalarımızın konuşmaları aşağı yukarı bu çerçeve içindeydi. Ancak, insanları öyle dolu-dizgin şirkle suçlamak uygun olmasa gerekti. Zira insan kendi konuşması içinde tutarsız/çelişkili duruma da düşebiliyor…

Dört maddenin birincisinden başlayalım: Hiçbir akıl sahibi, Allah’tan isteyeceği şeyleri Eyüb Sultan Hazretleri’nden istemez. Kimse ona, günahımı affet, bol kazanç ver, hayırlı evlat ver demez. Demediği için de kâfir/müşrik olmaz. İstese istese, “Eyüb Sultan Hazretleri’nin hürmetine…” diye isteyeceklerini Allah’tan ister. Zaten Müslümanların yaptıkları da budur. Bu da onu ne ilah yerine koymak olur ne de şirk olur…

Deniliyor ki, “Türbelerde yatan zatın Allah indinde değerli bir insan olduğunu nereden biliyorsunuz?”

Diyelim ki, türbedeki zat iyi bir kul değil de biz yanılıp onun hürmetine bir şey istedik… Ne zararı var?..

Meselâ, kendi dedenizi ibâdete düşkün bir insan olarak tanısanız. Onun bir Allah dostu olduğunu düşünerek, öldükten sonra kabrini ziyaret ederken, “Yâ rabbi, dedem hürmetine…” diye Allah’tan bir şey isteseniz, kâfir olmazsınız. Dedeniz bir Allah dostu değilse, yanılmış olursunuz o kadar. Ne kâfir olursunuz ne müşrik….

Vehhâbîlerdeki türbe düşmanlığı hariç, İslam tarihinde, “İslam dinine uymuyor” gerekçesiyle türbe ziyareti yasağı görülmüş değil. Bir de memleketimizde bir zamanlar türbe ziyaretleri, “Türbe ve zâviyelerin kapatılması” kararı ile yani kanunla yasaklanmıştı, o kadar. Bizde de bundan başka bir tatbikat yok…

Ne ibretlik bir şey ki, bir zamanlar bu memlekette kanunla yasaklanan türbe ziyaretleri, şimdi âyet ve hadisler delil getirilmeye çalışılarak bazı ilâhiyatçılar vasıtasıyla yasaklanmak isteniyor…

Sanki ilah yerine koyanlar varmış gibi, Eyüp Sultan Hazretleri’ni ilah yerine koymamalı deniliyor. Koyan yok ki zaten?  Yok olanı var sayıp, türbe aleyhtarlığı yapmalarının faydası(!), sadece Müslümanları kendilerinden uzaklaştırmak oluyor.

İslamda şefaat  varsa, Eyüb Sultan Hz.ni niçin bir şefaatçı yerine koymayacağız? O mübârek zat, Peygamber Efendimiz’e evini tahsis edip 6 ay hizmet etmiş bir sahâbî. Allah resûlünün sevgili sahâbîleri hakkında da Kur’anımız, “Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’dan razıdırlar” buyuruyor. Peygamberlerden sonra en üstün insanlar sahâbîler. Öyleyse, onlar şefaat ehli olmayacak da kim olacak?

Hocalarımız lütfen! Eyüb Sultan Hazretleri’nin şefaatını istemekten daha normal bir şey olamaz.

Herhangi birisinden şefaat isteyenin kâfir/müşrik olduğunu söyleyenler Vehhâbîlerdir. Suûdîler, hacılara dağıttıkları kitaplara bunu açık açık yazmışlar. İstanbul müftümüzün de ifade ettikleri gibi, zaten Vehhâbîliğin en sıkı tatbik edildiği yer Suûdî Arabistan. Gerçek bu iken, değerli İstanbul müftümüzün “Eyüp Sultan ziyaret edilebilir. Ancak onu bir şefaatçı yerine koymamalı” demesi, olsa olsa dil sürçmesi olabilir…

Dinin, Muhyiddin-i Arabî Hz.nin söylediği gibi olmaması hususu:

Tarihte, “İslam tasavvufu” diye devâsâ bir gerçek var. İbn-i Arabî de bir tasavvuf ve tarikat büyüğü. Onun bazı tasavvufî ifadeleri, bu meseleye yabancı olan ulemâ tarafından yadırganmışsa da, kendini bilen hiç kimse o hazreti İslam dışı saymamıştır. İlâhiyatçılarımızın, İbn-i Arabî Hz.nin sözlerinin İslam dışı olduğunu söylemeleri yerine, “Tasavvufî ifadeler” olarak izah etmeleri, kendilerine daha çok yakışırdı.

Muhyiddin-i İbn-i Arabî Hz.  bu meseleleri anlayamayacak olanların, eserlerini okumamaları gerektiğini zaten söylemiş. Nitekim, anlayamayacak olanların, okuyunca çeşitli yanlışlara daldıklarını görüp duruyoruz. Tasavvuf zaten manevî bir haldir. Anlaşılmaz, yaşanır. Öyleyse, yaşamadan/bilmeden atıp tutmak doğru mu?

Değerli okuyucular, 3. madde yarım kaldı, 4. maddeyi ise hiç ele alamadık. Bilhassa son madde hakkında söyleyeceklerimiz var. Yâ nasip diyoruz…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu