Ali Eren

İLÂHİYATÇILAR RESM-İ GEÇİDİ…

Cübbeli Ahmet Hoca, televizyon konuşmalarında zaman zaman bazı mâlum ilâhiyatçıların yanlışlarını dile getiriyorsa da onların devirdiği çamların hepsini anlatıp bitirebilmesi mümkün değil.

Onun için azıcık da biz katlı yapmış olalım, çorbada biraz da bizim tuzumuz olsun istedik. Sevgili ilâhiyatçılarımıza şöyle bir resmi geçit yaptıralım dedik…

6 sene önce yapılan bir toplantıdan başlıyoruz.

2004’ün 3 Mayısında, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) Topkapı Eresin Otel’de Ehl-i Sünnet ile ilgili bir toplantı yaptı. Toplantıdaki konuşmacılardan biri de İlâhiyât Profesörü İlyas Çelebi idi.

Her şeyi en iyi ilâhiyatçılarımız bilir ya.

Eski âlimler de kusurlarla dolu ya.

Onun için de tenkit edilmeleri icap eder ya.

En iyi tenkidi de ilâhiyatçılarımız yapar ya.

Sayın İlyas Çelebi de “Bir kimse ben seni Allah’tan çok seviyorum derse kafir olur” dedi diye Ahmet Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri’ni tenkit ediyor ve “Gümüşhânevî’nin yaptığı bir daraltmadır” diyordu.

Peki, “Yâ Resûlallah! Seni nefsim hariç her şeyden daha çok seviyorum” diyen Hazreti Ömer’e Peygamberimiz’in söylediği şu sözü ne yapacağız:

“Ey Ömer! Beni nefsin dâhil her şeyden daha çok sevmedikçe gerçek iman etmiş olamazsın.”

Değerli okuyucular!

Ahmet Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri’nin yaptığı daraltmaysa, genişletme işini kim yapacak ve bu genişletmenin ucu nereye kadar varacak?

Kimlerin ne kadar sevileceğinin sınırını sevgili ilâhiyatçılarımıza versek, acaba bu sevgiyi nereye kadar götürürler?

***

Birkaç sene önce İstanbul Çemberlitaş’taki Fırat Kültür Merkezi’nde bir toplantıda ilâhiyatçılarımızı dinliyoruz. Hazreti Allah’tan bahsederken tanrı diyor, peygamberlerden bahsederlerken de “İbrahim, İsa, Musa” diye isimleriyle bahsediyorlar. “Hazret” veya “Aleyhisselam” demiyorlar. Sanki peygamberler onların asker arkadaşları…

Nihayet, bir konuşmacı çıktı. Samsun’dan İstanbul’a yeni gelmiş. Tasavvuf doçentiymiş profesör olmak üzereymiş. Tasavvufî eserlere göz atan biri olarak o da peygamberleri yalın olarak sadece isimleriyle anınca sabrım tükendi. Konuşması bitince yanına gittim ve “Peygamberlerden, hazret kelimesi kullanmadan veya Aleyhisselam demeden niçin hürmetsizce bahsediyorsunuz?” dediğimde şu cevabı verdi:

“Hazret veya Aleyhisselam dersek vakit alıyor.”    

Nasıl? Beğendiniz mi cevabı?

Geçersiz de olsa o böyle bir cevapla yetindiyse de şimdi İstanbul’a yakın bir vilâyetimizdeki bir ilâhiyat fakültemizin dekanı olan arkadaşı diretmeye devam etti. Bana itiraz sadedinde dedi ki:

“Ashab Peygamberimiz’le konuşurken Yâ Hazreti Muhammed mi diyordu?”

Cevap verdim:

“Hayır! Öyle demiyorlardı. Ama “Anam babam sana fedâ olsun Yâ Resûlallah” diyorlardı. Bu, Hazret demekten daha ileridir. Çünkü böyle söylemekle her şeylerini onun yolunda fedâ ettiklerini söylüyorlardı” dedim.

Sustu ve hakkı teslim etti mi? Hayır!

***

Mâlum ilâhiyat profesörleri ile ilâhiyatçı olmayan Mustafa İslamoğlu gibi kimseler, kadîm ehl-i sünnet fıkhına ve ehl-i sünnet itikadına uymayan ne varsa, var güçleriyile onu söylüyor onu yazıyorlar.

Bu kimselerin çalışmalarına bakınca insanın aklına ister istemez bunların tek ve değişmez vazifelerinin ehl-i sünneti ortadan kaldırmak olduğu düşüncesi geliyor…

Şu unutulmamalı ki onlar hakkında böyle söylerken asla kendi düşüncemize göre bol keseden atmıyoruz; aşağıda da devam edeceğimiz gibi yaşadığımız bazı gerçeklere dayanıyoruz.

Öyleyse yaşadığımız ve şahit olduğumuz bazı gerçekleri anlatmaya devam edelim ki herkes okusun, duysun, bilsin…

Başlayalım…

Merkezi İstanbul/Fatih’te olan İslâmî İlimler Araştırma Vakfı var. Kısa adı İSAV.

İSAV bünyesinde, ismini şu anda hatırladığım – hatırlamadığım değerli dostlar var. Meselâ bunlardan birisi Prof. Mahmut Kaya Hocamız. Mahmut Hocam, Kaside-i Bürde’yi tercüme etmiş. Her sahifenin tercümesini ayrıca muvaffak bir şekilde şiirleştirmiş. Çok da güzel bir eser olmuş. Okuyucularımıza Kaside-i Bürde’yi Türkçe Söyleyiş isimli bu eseri tavsiye ediyorum.

İSAV’dan ismini şu anda hatırladığım bir de muhterem Ahmet Yıldız Hoca var. Ve diğer muhterem zevat…

İSAV mensubu bu muhterem zevata bir diyeceğim yok. Ama vakıf başkanına var…

İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nın (İSAV) başkanı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi olan Ali Özek.

İSAV her sene ilmî toplantılar yapar. Ekseriyetle iki gün devam eden bu toplantılarda bir konu ele alınır ve yerli – yabancı akademisyenler tarafından enine boyuna konuşulur. Sonra bu konuşmalar kitaplaştırılır. Konuşmacılar arasında yanlış konuşmalar yapanlar da oluyorsa da onların tanınması/bilinmesi bakımından faydalı da oluyor.

Buraya kadar iyi. Anlatmak istediğim bundan sonrası.

İSAV’ın, Topkapı’daki Eresin Otel’de birkaç sene önce (2005 olabilir) yaptığı bir toplantıda, Akâid-i Nesefî’nin tercümesi olan 16 sahifeden ibâret bir kitapçık dağıtıldı.

Akaid-i Nesefî, Ömer-i Nesefî’ye ait ehl-i sünnet akâidinin özü olan küçük bir eser. Dağıtılan bu tercümeyi Sayın Ali Özek yapmış. Eserde mesh meselesi de geçiyor. Sayın Ali Özek, mesh meselesini “Seferde ve hazarda mesh üzerine mesh yapmayı câiz görürüz” diye doğru olarak tercüme etmiş. Fakat, bu doğruya parantez içinde “Çoraba da mesh edileceğine dair” bir ilâve yaparak doğruyu yanlışa çevirmiş…

Çünkü, günümüzde giydiğimiz ince çoraplara mesh yapılamaz. Çoraba mesh edilebilmesi için o çorabın adeta mesh gibi olması lâzımdır. Yani çorap asla su geçirmeyecek şekilde olmalı, yere konulduğu zaman dik durabilmeli ve üç mil yürünecek kadar dayanıklı ve sağlam olmalıdır. (Geniş bilgi için, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, cilt: 10, sahife: 492, 493)

Dolayısıyla, Sayın Ali Özek’in parantez içinde verdiği kendine ait olan bu kanaat ehl-i sünnet fıkhına uymuyor.

Bunu kendisiyle konuştumsa da kabule yanaşmadı. Çoraba meshedilemeyeceğini söyledimse de “Hadiste çoraba mesh var” diyerek reddetti. Evet var ama ancak yukarıda saydığımız şartları taşıyan çoraplara meshedilebilir. Sayın profesöre “Çoraba meshedilebilmesi için bazı şartların bulunması lâzım” diyerek fıkhî meseleleri hatırlattımsa da “Çorap çoraptır” diyerek bir çırpıda reddetti. Hem şart falan tanımıyor hem de “O şartları âlimler uydurmuş” diyerek âlimleri de suçluyordu.

Bunun üzerine kendi ayağındaki ince çorapları göstererek, “Hocam siz bu ayağınızdaki çoraplara meshediyor musunuz?” dediğimde “Tabii ediyorum” diye cevap verdi. Ve ilave etti: “Şimdi burada ayakları yıkamak kolay mı?”

“Ayakları yıkamak kolay mı” dediği yer, kaloriferlerin yandığı ve bizim sıcaktan ceketlerimizi bile çıkardığımız lüks bir oteldi. Musluklarından sıcak su da akıyordu. Profesörümüz, işte böyle bir yerde abdest alırken ayakların yıkanmasının zor olduğunu söylüyordu.

Değerli okuyucular! Sıcak bir bina içinde ayakları yıkamak zor ise, her türlü şartlarda tarlasında çalışan köylü, çiftçi kardeşlerimizin açık arazide ellerini, yüzlerini, kollarını yıkamaları kolay mı?

Profesörümüz onlara ne der acaba? Sizin abdest almanız iyice zor, siz hiç abdest almayın mı diyecek?

Ya başkalarının işinde, her türlü hava şartlarında çalışanlar ne yapsınlar?

İşin doğrusu şu:

İslam dini tebliğ edileli 1400 seneden fazla olmuş ve asırlarca önce İslam fıkhı tam mânasıyla yerleşmiştir. Bu günden sonra hiçbir müslümanın kendine göre bir mantık yürütmeye hakkı ve salâhıyeti yoktur. Yapılacak tek şey, bilinen ve kararlaşmış olan fıkha uymaktır.

Yoksa İslâm fıkhının 1400 senedir hâlâ doğru olarak yerleşmediği mi düşünülüyor?

Gerçi zorluk diye bir şey yok ama ayakları yıkamanın zorluğundan bahsediliyor.  Zor olsa bile bir müslümanın böyle bir zorluğa seve seve katlanacağı açık. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) “Amellerin en faziletlisi en zor olanıdır” buyuruyor.

Zorluk bir ibâdeti terk etmeye bir sebepse, ibâdetlerin maddî olarak en zor olanı hactır. Haccın zorluğu ile sıcak bir otelde abdestte ayakları yıkamanın zorluğu kıyas bile edilemez.

Ne yapmalı? “Bu şartlarda hac yapmak kolay mı?” diyerek hac yapmamalı mı?

Kaloriferli sıcak bir otelde ayakları yıkamak zor ise, kalorifersiz evlerde kışın ayakları yıkamak daha zor değil mi? Böyle evlerde ikâmet edenler, “Bu şartlarda ayak yıkamak kolay mı?” derlerse ne olacak?

Böyle bir mantık olur mu hiç?

Değerli okuyucular!

Ehl-i sünnet fıkhına göre abdestte ayaklar mutlaka yıkanmalıdır. Âyet de bunu emrediyor Peygamberimiz de böyle buyuruyor. Abdesti emreden Mâide sûresi 6. âyetteki “İle’l-ka’beyn” ifadesi de Peygamberimiz’in “Vay kuru kalan o topuklara!” korkutması da abdestte ayakların yıkanmasının şart olduğunun delilleridir.

Biz ehl-i sünnet Müslümanlara göre, abdestte ayaklarını yıkamayanların abdesti olmaz. Abdestsiz imamın arkasında da namaz kılınmaz.

Ehl-i sünnet olmayan Şiîler ve Vehhâbîler abdestte ayakları yıkamayıp meshederler. Demek ki gönlü şîadan yana olan Mustafa İslamoğlu gibiler ile gönlünü vehhâbîlere kaptıranların, abdestte ayakların meshedilebileceğini söylemeleri boşuna değil…

Hac ve umreye gidenler dikkat ederlerse, ayaklarını yıkamayıp meshedenleri sık sık görürler…

Değerli okuyucular! Bundan sonra anlatacaklarıma dikkatinizi istirham edeceğim.

22-24 Mayıs 2009’da, M. Ü. İlâhiyât Fakültesi ve İSAV ortaklaşa “Büyük Türk Bilgini Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik” başlıklı Uluslararası Sempozyum düzenledi. Açılışı Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde yapılan toplantının açılış konuşmasını yapanlardan biri de Prof. Ali Özek idi.

Açılış tebliği Prof. Bekir Topaloğlu tarafından yapıldı. Bekir Topaloğlu aynı zamanda İmam Mâtürîdî Hazretleri’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân tefsirini baskıya hazırlıyordu. Mâtürîdî Hazretleri ise ehl-i sünnetin itikadda iki imamından biri…

Bu durumda, Bekir Topaloğlu’nun ehl-i sünnete ters olan bazı ilâhiyatçılar gibi konuşmayacağı düşünülür. O sempozyumda konuşma yapınca ben de böyle düşünmüştüm. Bu düşünceyle konuşmasından sonra çay molasında yanına vardım ve usûl-i hakîmâne ile Ali Özek’in çoraba mesh ile ilgili söylediklerini aktardım.

Zannediyordum ki, “Olmaz öyle şey! Ayaklar yıkanmadan abdest câiz olmaz!” diyecek…

Öyle yapmadı. Beklediğimin tam tersini söyledi. “Ben de çoraba meshediyorum” dedi…

Hatta Hayrettin Karaman’ın da çoraba meshettiğini söyledi.

Kendisi çoraba sadece meshettiğini söylemiyor, bunu müdafaa da ediyordu.

Ne bekliyordum, neyle karşılaştım. Tabii ki şok oldum!

Çünkü, İmam Mâtürîdî gibi bir ehli sünnet itikad imamının kitabını baskıya hazırlayan bu zat, ehli sünnet fıkhının tersini müdafaa ediyordu.

Kendisine İmam-ı Âzam Hazretleri’nden, diğer mezhep imamlarından ve mezheplerin bu konudaki hükümlerinden bahsedecek olduysam da “Mezhebler beni bağlamaz” deyip işin içinden çıktı.

“Kim bağlar?” diye sorunca, “Beni hadisler ve Resûlüllah’ın tatbikatı bağlar” diyor, Peygamberimiz’in tatbikatının da Zâdü’l-Meâd isimli eserde olduğunu söylüyordu.

Fakat ne var ki, “Hocam! Beni mezhepler bağlamaz, hadisler bağlar diyorsunuz. İmam-ı Âzamlar hadisleri bizim kadar bilemiyor muydu?” sorum karşısında susuyordu.

Bahsettiği Zâdü’l-Meâd, Vehhâbîliğin fikir babası olan İbni Teymiyye’nin talebesinin eseridir.

İmam-ı Âzamlara itibar etmeyen Topaloğlu, İbni Teymiyye’nin tilmizine itibar ve itimat ediyordu.

Bu sempozyum M. Ü. İlâhiyât Fakültesi Konferans Salonu’nda devam edecekti. Bekir Topaloğlu’nun sözleriyle yaşadığım şokun tesiri henüz üzerimdeydi. İkinci gün Prof. İsmail Karaçam’ı gördüm.  Kendisini Kur’an-ı Kerim’in Faziletleri ve Okuma Kâideleri isimli eserinden ve birkaç ay önce Çemberlitaş’taki Fırat Kültür Merkezi’nde yaptığı konuşmadan tanıyordum. Orada çok tatlı bir konuşma yapmış tatlı esprileriyle takdir toplamıştı.

Bekir Topaloğlu’nun beklemediğim sözleriyle meydana gelen şokun tesirinden kurtulmak ve biraz rahatlamak düşüncesiyle İsmail Karaçam’a yaklaştım. Hal hatır sorduktan sonra sırasıyla önce Ali Özek’in söylediklerini sonra Bekir Topaloğlu’ndan duyduklarımı anlattım ve “Hocam ne dersiniz buna” dedim?

Zannediyordum ki, onların sözlerine tepki gösterecek ve “Nasıl böyle söylerler” diyecek.

Onun da bana ikinci bir şok yaşatacağını nereden bilebilirdim?

“Ben de çoraba meshediyorum” demesin mi!

Devam etti:

“Hayrettin Bey de meshediyor.”

Hayrettin Bey dediği Hayrettin Karaman.

(Bu arada şunu öğrendim. Hayrettin Karaman, “Biz bizeyken ayaklarımıza meshedelim ama dışarıda yıkayalım” diyormuş.)

Hayrettin Karaman neyse de ben hüsn-i zannımdan dolayı Karaçam’dan bunu beklemiyordum.

Ama o söyleyeceğini söyledi. Ben de hiç beklemediği bir söz işiten kimse nasıl olursa aynen öyle oldum…

Sonra kendimi toparlayıp sordum:

“Peki hocam, neye göre çoraba meshediyorsunuz?”

Cevap verdi:

“Kanaatime göre. Benim kanaatım böyle.”

“Hocam?” dedim. “Fıkıhta, ibâdetle ilgili bir meselede kanaat olmaz. İnsan ya müctehiddir veya mukallid. Siz hangisisiniz? Çoraba meshettiğinize göre müctehid misiniz?”

“Müctehidim” diyemedi, mukallidlik de ona göre pek aşağı bir mertebe olmalı ki mukallid olduğunu da söyleyemedi. İsrarım karşısında da dayanamayıp tekrar “Kanaatım böyle” deyip yanımdan uzaklaştı…

***

Davut Aydüz isminde bir ilâhiyat profesörümüz var. Tarih Boyunca Dinlerarası Diyalog isimli bir kitap yazmış. Önsözünde, Peygamberimiz’in, vefatının hemen öncesinde “Size kitap ehlini yani Hıristiyanları ve Yahudileri emanet ediyorum” vasiyetinde bulunduğunu yazarak Peygamberimiz’e açıktan açığa iftira ediyor.

Kendisine Peygamberimiz’in bu sözünün kaynağını sorduk ama söyleyemedi. Çünkü olmayan söylenmez…

Sevgili okuyucular!

Bu makalemizde birkaç ilâhiyatçının ibretli resm-i geçidini görmüş oldunuz…

Onlar maalesef böyle. Ama biz yazımızı, hem onlara hem kendimize hidâyet-i kâmile duâsıyla bitirelim…

 

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu