ibn-i teymiyye

İbni Teymiyye’nin Yolundan Gitmenin Neticesi: Nurettin Yıldız

Nurettin Yıldız: “…Mücessime cisme benzetmek demek. Bu dünyada en son İbn Teymiyye’ye mâl edilebilecek bir şey. İbn Teymiyye Allah’ın isim ve sıfatları konusunun ilk asra döndürülmesi kavgasını yapıyor… Bu konuda 4 mezhebi karşısına alıyor. İbn Teymiyye mezhep imamlarına karşı çıkıyor, böyle yapmayın diyor. Ashâb-ı kirâm, Allah’ın ‘el=yed’ sözünü (te’vil edip) ‘gücü’dür dediler mi? Demediler. Biz de öyle diyelim, Ashâba uyalım. diyor İbni Teymiyye”

Evvela Nureddin Yıldız’ın, “…konusunun ilk asra döndürülmesi kavgasını yapıyor… Bu konuda 4 mezhebi karşısına alıyor.” ifadesinden anlaşılacak olan mana şudur ki; demek ki 4 mezheb imamı sıfatlar hususunda ashabın dolaysıyla Resulullah’ın akidesini reddettiler, İbn Teymiyye kabul etti. Bu nasıl bir bühtandır ki, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi’, İmam-ı Malik ve İmam-ı Ahmed (cümlesine Allah rahmet buyursun) sıfatlar gibi akaidin en temel mevzuunda yoldan çıkmış olsun da, bu konuda istikameti İbn Teymiyye başarmış olsun. Belli ki, Nureddin Yıldız, İbn Teymiyye müdafaasında haddi aşmış, iftiraya bulaşmış ve ittikadan ayrılmıştır. Aslında yukarıdaki cümlelere cevap bile züldür, N. Yıldız’ın ifadelerini okuyan onun hangi maksata binaen söylediğini basiretiyle çözecektir lakin ilmin gereği biz yine cevap vermek durumundayız.

İbn Teymiyye Mücessime miydi? Hem Mücessime idi hem de Müşebbihe idi. Şimdi İbn Teymiyye ne diyor bakalım ki Mücessime olup olmadığı anlaşılsın.

“Bu hadis hakkında (Hadis: “Allah, Adem’iRahman’ın suretinde yarattı.”) söylenebilecek şey şudur: Selef ve ilk üç asırda yaşamış alimler arasında buradaki zamirin Allah Teala’ya ait olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur. Herkes aynı şeyi söylemiştir ki ‘suretihi= صورته’ kelimesindeki zamir Allah’a gidiyor ve “Allah (c.c.), Hz. Adem’i kendi ilahi suretinde yaratmıştır.” oluyor. Selef, sahabe, tabiin, tebe-i tabiin böyle der, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur.” (İbn Teymiyye, “Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye fi Te’sisi Bida’ihim el-Kelamiyye”, (el-Memleketü’l-Arabiyyetü’s-Suudiyye), VI, s. 373)

İşte bunları diyen İbn Teymiyye Mücessime olmuyor mu?

İbn Teymiyye’nin konu edindiği hadisin iki varyantı vardır ki biri zayıf biri sahih rivayetle gelmiştir. Yukarıdaki İbn Teymiyye’nin bahsini ettiği varyant, imamlar tarafından zayıf denmiştir. Sahih yollu olanı ise: “Allah, Adem’i suretinde yarattı.” hadisidir ve bunu Buhari, Müslim ve Ahmed İbn Hanbel nakletmişlerdir. İki hadisin arasındaki bariz fark ise şudur; zayıf olan rivayette Adem (a.s.)’ın “Rahman’ın suretinde” yaratıldığı nakledilirken sahih olan rivayette böyle bir durum yoktur. İbn Teymiyye işine geldiği gibi yapmış, zayıf olan rivayeti konu almuş ama ona, sahih olan rivayetin tevilini giydirmiştir. Tuhaf olanı zayıf olan rivayete, İbn Teymiyye’den başka sahih diyen olmadığı gibi kendi takipçisi Elbani bile itiraz etmiş, zayıftır demiş.

İbn Teymiyye “Selef, sahabe, tabiin, tebe-i tabiin böyle der, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur.” diyor ama bir tane bile isim gösteremiyor.

Peki İbn Teymiyye’nin bu itirafına rağmen onun mücessimeden olduğunu kabul etmeyen Nureddin Yıldız’a, sorulsa o “İbn Teymiyye Müşebbihe’de değildir.” diyecek.

Bakın İbn Teymiyye, Nuredddin Yıldız’a asırlar evvel yazmış olduğu eserinden seslenerek “Ben Müşebbiheyim” diyor:

“Allah Teala’nın kitabında, Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetinde, sahabeden, tabiinden ya da tebe-i tabiin büyüklerinden, herhangi birinin sözlerinde ne Müşebbihe ne de Allah Teala’yı mahlukata benzetmek zemmedilmiştir. Yahut teşbih mezhebini reddeden bir ifade yoktur. Bu teşbih ve Müşebbihe’yi kötüleme, bunu söyleme tavrı sadece Cehmiyye’den gelmiştir.” (İbn Teymiyye, Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye fi Te’sisi Bida’ihim el-Kelamiyye (Nakdu Te’sisi-l-Cehmiyye), (Muhammed b. Abdurrahman b. Kasım talikiyle) Matba’atü’l-Hüküme, Mekke-1391-2/1971-2, c. 6, s. 498)

Sanırım cevap olarak kâfidir.

————————–

İBNİ TEYMİYYE’NİN ALLAHA CİSİM İSNAD EDEN İFADELERİ

Nurettin Yıldız: “Ben İbn Teymiyye’nin kitaplarını okudum Allah’ı insana mahlûkata benzettiğine dair bir şey göremedim.”

Demek ki Nureddin yıldız İbn Teymiyye’nin Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye adlı eserini okumamış. Bakın İbn Teymiyye o eserde ne diyor: “Nitekim varlıklar aleminde de biz had-sınır kelimesini bu anlamda kullanıyoruz ve şöyle diyoruz: ‘İnsanın haddi, insanın snırları’. Bu sıfat, bir varlığı başka varlıklardan ayıran sınırlardır, sıfatlardır, özelliklerdir. Hatta ‘evin sınırları, bahçenin sınırları’ deriz. Böyle dediğimiz zaman evi, diğer evlerden ayıran yönlerini ve yanlarını kastetmiş oluruz ki bu yön ve yanlarla o ev ve bahçe diğerlerinden ayrılır. Bu anlamda kullanılması lügat ve örfte yaygın ve bilinen bir şeydir. Cehmiyye dediğimiz kimseler Cenab-ı Hakk’ın sıfatları yoktur, dolaysıyla O mahlukatından ayrılmaz diyorlar. Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını ve miktarını reddediyorlar.” (İbn Teymiyye, Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye fi Te’sisi Bida’ihim el-Kelamiyye, c. 1, s. 443)

İbn Teymiyye şimdi burada Cenab-ı Hakk’a, miktar ve sınır belirliyor mu, belirlemiyor mu? Aşağıda verdiğimiz sözler de İbn Teymiyye’nin Müşebbihe teşbih ve tecsim ehli olduğunu kanıtlıyor.

İbn Teymiyye’nin, Allahü Teâlâ’nın, bazı zamanlarda ve bazı kullarına “bizzat” yaklaştığını söylemesi de (Mecmu’u’l-Fetava, V, 240 vd.) bunun bir diğer örneğidir. Bununla birlikte o, zahiriyle Allahü teâlânın “gökte” olduğunu ifade eden ayet ve hadisleri tevil eder (Mecmu’u’l-Fetava, XVI, 101.) “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır” mealindeki ayette geçen “vech” kelimesinin ise müteşabih olmadığını söyleyerek yine bir anlamda tevil yapar. Keza “O’nun iki eli de açıktır” mealindeki ayette geçen “el” kelimesini olduğu gibi kabul ederken, elin “açık” olmasını ise Allahü teâlânın cömert olması, nimet ve ihsanının bol olması şeklinde tevil eder.

————————

İBNİ TEYMİYYE’NİN CİHAD ADI ALTINDA ÇIKARDIĞI FİTNELER

Nurettin Yıldız : “Hristiyan ve Yahudiler’le savaşmış, onlara cephe aşmış. Moğollara karşı cihad etmiş” “Batini ve Rafizilerle savaşmış”

İBNİ TEYMİYYE’YE KARŞI ÇIKAN ÂLİMLERE BÜYÜK SUÇLAMA!

Nurettin Yıldız: “İbni Teymiyye neden hedef tahtasında, çünkü o Resulullah’ın adamı. Evi barkı yok Ona karşı olanların hepsi istisnasız resmi din görevlisi. Mer’i sistem haçlı Moğolların istilası altında rafizilerin istilası altında. Ona karşı olanlar da bu istila altındaki devletin görevlileri. İbni Teymiyye ise değil… Zamanının alimlerinin belası oldu. Ne güzel basmakalıp ifadelerle caizdir değildir işi götürüyorlardı…. Yani (İbni Teymiye) arı kovanına çomak sokmuş, sokunca da arılar onu sokmuş”

Nureddin Yıldız’ın yukarıdaki iki iddiasına beraber vermek konu bütünlüğü açısından daha yerinde olacaktır. Evvela, İbn Teymiyye’nin Yahudi ve Hıristiyanlarla nerede ve hangi tarihte savaştığını herhalde Nureddin Yıldız’dan başka bilen kimse yok. Zira tarih kitaplarında böyle bir kayıda rastlanılmamıştır. İkincisi eğer Nureddin Yıldız’ın haçlıları Moğollarla özdeşleştirmesi de tuhaf. Zira Moğollar Budist ve Şamanist inançlarına sahip topluluklardır. İbn Teymiyye’nin Şiilere reddiyeler yazdığı doğrudur, ama savaştığı nerede yazılıdır, nasıl olmuştur bu da tarih ilmince meçhul ama Nureddin Yıldız’a malumdur sanırım.

İbn Teymiyye ve Moğollar meselesine gelince iki husus vardır. Birincisi İbn Teymiyye Moğollara karşı cihad etmiş ama diğer ulema ve sufiler uyumuşlar, korkmuşlar gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor ve Nureddin Yıldız da bu algı operasyonunu yürütenlerin başında geliyor bu ülkede. Zira yukarıda ikinci iddiasında bunu çok açık görebiliyoruz. Evvela Moğolların asıl kıyım yaptığı Cengiz Han ve Hülagu devirlerinde İbn Teymiyye daha doğmamıştı bile. O daha doğmadan Moğollara karşı şanlı cihad yapanlar İbn Teymiyye’nin sevmediği sufiler ve fakihlerdi. Hidaye kitabının musannıfı Ebubekir Merginani bu mücadeleye katılmış ve şehit düşmüştür. Büyük fakihin şehadet senesi 1197’dir. Büyük mutasavvıf Necmeddin-i Kübra da talebeleri ile cihada girişmiş ve o da şehit olmuştur. Necmeddin-i Kübra Moğollara karşı şehit olduğunda tarih 1221 idi. Daha İbn Teymiyye’nin doğumuna 42 sene vardı. İşte asıl kıyım zamanı asıl mücahid ve şehitlerin reisleri bunlar idi. Algı operasyonu ile bunların üzeri kapatılıp, İbn Teymiyye sanki Cengiz ve Hülagu’ya karşı savaşmış gibi gösteriliyor.

İkinci husus ise daha mühim. Zira İbn Teymiyye’nin Müslümanları cihada teşvik ettiği topluluk da Müslümanlaşmış Moğollar ve onların lideri Gazan Mahmud Han. Yani katliam yapan, Budist Moğol toplulukları değil. Tarih kaynaklarına baktığımız zaman bu gerçeği görüyoruz. Hatta bugünkü Selefilerin gurula ortaya attıkları İbn Teymiyye’nin Mardin Fetvasının ardı bilinse Müslümanların nasıl kandırıldığı anlaşılır. Bu fetvaya geçmeden evvel İbn Teymiyye’nin devamlı şekilde mektuplar yazarak insanları aleyhine kışkırttığı Gazan Mahmud Han kimdir, buna bakalım.

29 Rebîülâhir 671’de (23 Kâsım 1272) Âbeskûn’da doğdu. İlhanlı Hükümdarı Argun Han’ın oğludur. Çocukluğunu dedesi Abaka Han’ın yanında geçiren Gâzân Han, Abaka Han’ın eşi Despina Hatun’un etkisinde kalarak Hıristiyanlığa ilgi duymaya başlamışsa da dedesi ve babasının Budist olmasından dolayı gençlik yıllarında bu inancı benimsedi. Babası Argun’un İlhanlı tahtına çıkması (1284) üzerine Horasan, Mâzenderan ve Rey valiliğine getirildi ve bu görevini on yıl başarıyla yürüttü. Argun Han’dan sonra tahta çıkan Geyhatu Han’a karşı saltanat iddiasında bulunan Baydu İlhanlı tahtını ele geçirdi, ancak Gâzân Han Baydu’nun hükümdarlığını tanımadı.

Gâzân Han, kumandanlarından halasının kocası Nevruz Bey’in teşvikiyle El-burz’da Lâr vadisinde müslüman oldu ve Mahmud adını aldı (19 Haziran 1295). Kendisiyle birlikte yaklaşık 100.000 Moğol askeri de müslüman oldu. Bu sırada yirmi üç yaşında olan Gâzân Han’ın İslâmiyet’i kabul etmesinde Şeyh Sa’deddin İbrahim b. Sa’deddin Hammûye el-Cüveynî’nin de önemli rol oynadığı bilinmektedir. Gâzân Han, Nevruz Bey başta olmak üzere İlhanlı devlet adamlarının kendisini desteklemeleri sonucunda Baydu’nun saltanat mücadelesini kaybetmesi üzerine ileri gelen devlet ve din adamları tarafından Tebriz’de törenle karşılandı (23 Zilkade 694/4 Ekim 1295). Daha sonra Karabağ’a gitti ve burada yapılan cülus merasimiyle İlhanlı tahtına geçti (3 Kâsım 1295).

Reşîdüddin onun samimi bir mümin olduğunu söyler. Gâzân Han müslüman olduktan sonra Budist heykellerinin yıkılmasını emretti. Budistler’i İslâm’a girmeye zorladı, hıristiyan ve yahudilerin sokağa özel kıyafetlerini giyerek çıkmalarını istedi. Onun müslüman olmasıyla birlikte hükümdar ve diğer devlet adamlarıyla reâyâ arasındaki dinî ihtilâflar sona erdi. Müslüman halk baskı ve sıkıntılardan, ağır vergilerden kurtuldu. Gayri müs-limlerden düzenli olarak cizye alındı. Moğollar yağmacılık ve katliamdan, yakıp yıkmaktan vazgeçip huzur ve sükûn içinde yaşamaya başladılar.Gâzân Han’ın iktidara gelmesi, Argun Han’ın ölümünden sonra ortaya çıkan siyasî kargaşayı sona erdirdi

Memlükler’in Gâzân Han’a muhalif Moğol kumandanları himaye ediyorlardı. Buna rağmen Gâzan Mahmûd Han, İslâmiyetin kuvvetlenmesi için elbirliği ederek kardeşçe çalışmasını Nâsır’a yazdı. Mısır Memlûklü sultanlarının dokuzuncusu olan Nâsır bunu dinlemedi. Nâsır’ın askeri Mardin taraflarını yağma etti. Gâzan Mahmûd Han Haleb’e geldi. Humus’ta Nâsır bozguna uğradı. Gâzan Han burada bir kumandanını bırakıp geri döndü. Bu iki Müslüman sultânının arasını açanlardan biri de İbn-i Teymiyye idi. İbn Teymiyye, devamlı Memlük Sultanı Kalavun’a mektuplar yazarak, Gazan Mahmud Han ile savaşması gerektiğini söylüyordu. Allah’ın takdiridir ki, İbn Teymiyye; devamlı mektup yazıp Gazan Mahmud Han aleyhine kışkırttığı Sultan Kalavun’un bir fermanı ile yargılanacak ve hapse atılacaktı.

Azerbaycan ve Tebriz’de bulunan Budist mâbedlerini, bu arada babası Argun’un portresinin bulunduğu Tebriz’deki mabedi de yıktırarak Müslümanlığın yayılmasına yardımcı olan Gâzân Mahmud Han zamanında İslâmiyet geniş ölçüde devlet desteği görmüş, başta Tebriz olmak üzere ülkede birçok dinî müessese kurulmuştur.

Çin’deki Büyük Hanlığa tâbi olmaktan çıkan ve sadece kendi adına hutbe okutup para bastıran Gâzân Han devrinde Tıp, astronomi, kimya ve el sanatları başta olmak üzere hemen her alanda ilerleme kaydedilmiştir. Tebriz civarında kurulan rasathanenin yanında bir de medrese açılmıştır. Çok sayıda köprü, mescid, kütüphane, medrese ve bahçe yapılmış, devlet merkezi Tebriz ve diğer İlhanlı şehirleri dinî ve sivil mimarinin şaheserleriyle süslenmiştir. Reşîdüddin Fazlullah, şimdiye kadar yıkmaktan başka bir şey yapmamış olan Moğollar’ın inşa faaliyetlerine bu dönemde başladıklarını söyler.

Gâzân Han, kendisi için Tebriz’in batısında ismine izafeten Şâmıgâzân adı verilen yerde bir türbe, etrafına da çeşitli hayır müesseselerinin inşa edilmesini emretmiştir. Yapımına 16 Zilhicce 696’da (5 Ekim 1297) başlanan bu külliyeye Ebvâbü’l-bir, daha sonra da Gâzâniyye adı verilmiştir. Gâzâniyye’de bir cuma camii, bir hankah, Şafiî ve Hanefîler için birer medrese, çocuklar için mektep, seyyidlerin kalması için dârüssiyâde, ayrıca dârüşşifâ, kütüphane, beytülkârûn, beytü’l-mütevellî, havuzhâne, hamam ve rasathane bulunuyor, masraflar külliyeye tahsis edilen vakıfların gelirleriyle karşılanıyordu. Külliyenin tamamlanmasından sonra etrafında küçük bir şehir oluşmuş, buraya türbenin yapımından sonra Şenbigāzân denilmiştir (Fuâd Abdülmu’tî es-Sayyâd, s. 337).

Ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinde çok sayıda hayır eseri yaptıran Gāzân Han bunlara vakıflar bağlamış, kimsesizlerin defin masraflarının sağlanması, fakir ve dul kadınlara yardım edilmesi, sahipsiz çocukların yetiştirilmesi, köprü ve yolların tamir ve bakımı, hatta kış mevsiminde aç kalan kuşlara yem verilmesi. gibi çok çeşitli işlere kurduğu vakıflardan para ayırmıştır.
Reşîdüddin Fazlullah, Gazân Han’ın isteği üzerine yazmaya başladığı Câmiu’t-Tevârih adlı meşhur eserinin I. cildini ona ithaf etmiştir. Bundan dolayı eserin ilk cildi Târih-i Ġāzânî, Târiħ-i Mübârek-i Gāzânî veya Dâstân-ı Gāzân Hân olarak bilinir.

Gazan Hanü, fen ilimlerinden astronomi, târih, tıp ve kimyâ ile meşgul oldu. Târih bilgisi fazlaydı. Ana dili olan Moğolcadan başka birkaç lisan bilen Gâzan Han, senenin ekserî günlerinde oruç tutar ve çok Kur’ân-ı kerîm okurdu.

Gâzân Hân, çocukluğunda geleneklerine göre eğitildiği Budistlere (Reşîdüddîn 1362: II, 901) ait tapınakların yıkılmasını emrettiğinde, onun bu emrinden babası Argûn’un inşa ettirdiği ve içerisinde bir de resminin bulunduğu bir tapınak da nasibini almıştır. Bu yıkımı gerçekleştirdikten sonra etrafındaki Moğollara şöyle seslenmiştir. “Babam putperest idi ve bu inançla öldü. Kendi adına putlar için mabet inşa ettirdi ve oraya çok sayıda vakıf tahsis etti. Ben o mabedi yıktım.” Bu konuşmayı duyan ve bu yıkımdan rahatsız olan Moğol ileri gelenleri şöyle dediler: Baban kendi adına bir mabet yaptı ve kendi resmini o mabedin duvarına nakşettirdi. Ama şuan mabet harap bir haldedir. Yağmur ve kar babanın resmi üzerine yağmaktadır. Eğer bu mekânı tamir edersen babanın ruhunun rahatlamasını sağlamış olursun. Gâzân Hân, bu teklifi kabul etmedi. Bu mabedin saraya dönüştürülmesini tavsiye edenlere şöyle cevap verdi: Eğer burayı saraya çevirip babamın resmini koruyacaksam o zaman bu mekân saray değil, yine putperestlerin mabedi olmaya devam edecektir. Burada ikamet etmek caiz olamayacaktır.”

Şihabuddin Ebu’l Abbas bin Fazlillah (ö: 749); İbn Teymiyye’nin Moğol sultanı Gazan ile karşılaşmasını anlatır ve Gazan Han’ın kendisinden dua istediğini, İbn Teymiyye’nin Gazan Han’ın Arapça bilmemesinden faydalanarak beddua ettiğini, Gazan Han’ın da amin dediğini nakleder.

İbn Teymiyye’nin sürekli mektup yazıp kışkırttığı Memlük Sultanı Kalavun İbn Teymiyye’nin itikadi sorunları görür ve şu emirnameyi yollar:

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla… Bütün hamdler, her hangi bir şeye benzemekten münezzeh ve herhangi bir şey kendisine eş olmaktan uzak olan Allah’a olsun. Nitekim Allahu Teâlâ, “hiçbir nesne kendisine benzemez, gerçekten işitici, görücü ancak O’dur” (Sûre-i Şura/11) diye buyurmuştur. Kitap ve sünnetle amel etmemizi emr ve ilham eylediği ve zamanımızda dinde şek ve şüpheyi ortadan kaldırdığı için O’na hamd ederim. İhlâsı nedeniyle (kıyamet günü) akıbetinin ve dönüş yerinin güzelliğini umut eden ve Allah’ın “nerede olsanız O sizinledir ve Allah ne yaptığınızı bilir” (Sûre-i Hadid) buyurduğu ayeti celileye dayanarak yaradanı cihetten tenzih ederek La ilahe illallah, O tektir, ortağı yoktur diye şehadet ederim. Ve yine şehadet ederiz ki, Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. O Resulu ki, Allahın razı olduğu yola süluk edene kurtuluş yolunu göstermiş ve Allahın eserlerinde tefekkür etmeyi emr ile Zatında edilmesini yasaklamıştır. Allah, onun âl, ashabının üzerine salât ü selam eylesin, o âl ve ashab ki imanın alametleri onların himmetleriyle yükseldi, bu dinin esaslarını onlarla güçlendirdi ve onların vasıtasıyla haktan ayrılıp bid’atlara yönelen kimsenin çıkarttığı yangını söndürdü.

Bundan sonra derim ki: Şer’i kaideler, yürürlükteki İslami kurallar, imanın ilmi rükünleri ve kabul edilen din mezhepleri bu dinin esaslarıdırlar. Bunlar dinde herkesin müracaat kaynaklarıdır. O yollara süluk eden kimse, büyük zafere ulaşır, onları terk eden kimse, şüphesiz elem verici bir azaba müstahak olacaktır.

İşte bu nedenle, bu esasların hükümlerin muhafaza edilmesini ve devamını tekid etmek, bu ümmetin inancını ihtilaftan korumak, ittifak, şefkat ve rahmet terazisini doğru tutmak, bid’atten müvellit fitneyi söndürmek, din ahkâmını parçalayan kimselerin toplantılarını dağıtmak vaciptir.

Çağımızda İbn Teymiyye adlı kişi sözünü genişletip, cehaletiyle kelamının yularını uzatmış, Allah’ın zat ve sıfat meselelerinden uygunsuz bir şekilde bahsetmiştir. Bâtıl kelamında birçok münker şeyleri açıkça belirtmiştir. Sahabe ile tabiinin bahsetmeyip sükût ettikleri şeylere değinmiş, salihlerin ve bu ümmetin sembolü olan imamların bahsetmekten korundukları şeylerden bahsetmiş ve İslam imamlarının inkâr ettikleri, âlim ve hâkimlerin hilafına ittifak ettikleri meseleleri meydana çıkarmıştır.

Avam tabakasını aldattı ve çağındaki fakihlere, Şam ve Mısır’daki büyük âlimlere muhalefet ettiği fetvalar çıkardı. Bunları, risalelerine yazıp her yere gönderdi. O fetvaları, Allah’ın nazil eylediği isimlerle adlandırdı. İşte, onun bu fetva ve risaleleri elimize geçip, kendisi ile müridlerinin sülûk ettiklerince açıkladıkları şeylerin beyanı bize ulaşınca, Allah kelamının harf ve savt olduğunu, teşbih ve tecsim akidesini açıkça söylediği anlaşılmış oldu. Dolayısıyla bu büyük fitneden korkarak Allah’ın dinine yardım etmek üzere ayaklandık ve bid’ati inkâr ettik. Onun memleketinde bunların yayılması bize ağır geldi ve batıla inananların dediklerinden iğrendik. Allahu Tealanın buyurduğu: “İzzet sahibi olan Rabbini takdis et, onların vasıflarından…” (Sûre-i Saffat/180) ayet-i celilesini okuduk. Zira Allah Sübhanehu ve Teâlâ Zatında, sıfatında Ona denk ve benzer olacak her şeyden münezzehtir. “O’nu gözler idrak edemez, O, gözleri idare eder, O lütuf sahibidir, her şeyden haberi vardır.” (En’am, 103) diye buyurmuştur. İbn-i Teymiyye’nin açıkça konuştuğu ve onun lafızlarını işiten akıllı kimsenin, onun hakkında Allahu Teâlâ’nın: “Umulmadık bir iş yaptın.” (Kehf, 73) diye buyurduğu ayeti okuduğu, bâtıl fetvaları Şam ve Mısır ülkelerimizde yayıldığı zaman, kendisini huzura davet etmek için emirnamelerimizi gönderdik.

Akd ve hall ehli olan, tahkik ve nakil sahipleri âlimlerden bir cemaat bize gelince, İslam kadıları ve hâkimler, Müslümanların âlimleri ve din ile dünya âlimleri hazır bulundular. Durumu müzakere etmek üzere, imamlar ile halktan, münazara ve itirazlar hususunda dirayetli olanlardan müteşekkil bir cemaat huzurunda şer’i bir toplantı yapıldı. Kavillerine itimat edilenlerin dediklerine ve münker akidesine delalet eden yazılarına göre, o meclisteki ulema ve halk nezdinde kendisine isnat edilen tüm şeyler sabit oldu. Meclis, onun kötü akidesini, inkârcı olarak kaleminden çıkan şeylerin şehadetiyle hakkında Allahu Teâlâ’nın buyurduğu: “Şahitliklerini yazacağız ve sorumlu olacaklar.”[xiv] ayetini okuyarak onu suçlayıp dağılmıştır. İşittiğimize göre, bu fetvaları için birçok defa yetkililerce kendisine tevbe ettirilmiş ve dolaysıyla Şer’i Şerif cezasını te’hir etmiş, bu işten men edildikten sonra tekrar eski durumuna dönüp söz dinlememiştir.

İbn Teymiyye’nin bu suçu Mâliki mezhebinin hâkimi huzurunda sabit olunca Şer’i Şerif onun fetva vermekten men edilmesine hükmetti. İbn Teymiyye’nin gittiği bu bidat yollara her hangi bir kimseyi sürüklemekten, onun itikadına tabi olup, onun bu kavlini söylemekten, bu kelimelerine kulak vermekten, teşbih yolunda gitmekten, Allah için yukarı ciheti olduğu hakkındaki konuşmasından, Allah’ın kelamının harf ve savttan ibaret olduğunu söylemekten, tecsim hakkında konuşmaktan, akaitte doğru yoldan sapmaktan veya din imamlarının görüşünden ayrılmaktan veya Allah Sübhanehu ve Teâlâ’nın bir cihette olduğuna itikat etmekten nehy eden ve bunu itikad eden eden kimsenin cezasının kılıçtan başka bir şey olmadığına dair emirnamemizin yazılmasına da hükmettik.

Öyle ise, herkes bu sınırda durup haddi aşmasın! “Önce ve sonradaki iş, Allah’ındır.”Hanbelîlerden herkes, din imamlarının inkâr ettikleri bu akideden (İbn Teymiyye’nin akidesinden), doğru yoldan saptıran şüphelerden dönmemelidirler. Allahu Tealanın emrettiği şeylerden, övülen iman ehlinin yollarına temessükden ayrılmamalıdırlar. Çünkü Allah’ın emrinden dışarı çıkanlar, şüphesiz doğru yolu kaybetmişlerdir. Bu gibi insanlara ceza olarak eziyetten başka bir şey olmayıp uzun zaman hapis edileceklerdir. Hapis ise, kötü bir yerdir.

Şüphesiz bizler Dımaşk ve Şam diyarına ve bu yerlere yakın ve uzak yerlere şöyle bir resmi emir çıkardık: İbn Teymiyye’ye beyan ettiğimiz hususlarda tabi olanları şiddetle nehy eder, onları korkutarak tehdit ederiz. Onu koyduğumuz yere (hapse) göndereceğiz. Onu ümmetin gözünden düşürdüğümüz gibi taraftarını da düşürürüz. Israr edip de onu müdafaa edenin, medreselerinden ve görevlerinden azledilmelerini emrederiz. Onları rütbelerinden düşüreceğiz. Onlar için ülkemizde hiçbir hüküm ve velayet ve şahitlik, imamet, hatta hiçbir mertebe ve ikame hakkı olmayacaktır. Zira biz bu bidatçinin iddiasını ortadan kaldırdık ve Allah’ın birçok kullarını sapıttığı veya sapıtmaya yaklaştırdığı kötü akidesini iptal ettik. Hatta o kötü akidesi yüzünden halkın çoğu doğru yoldan saptılar ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Hanbelîler de bu kötü fikirden dolayı şer’i sicil defterlerinde tesbit edilsin, tesbitten sonra bu resmi kayıtlar Maliki kadılara gönderilsin. Bu husustaki korkutmamızda haklı olarak insafa dayandık. Bu şerefli emir yazımız, ovada, şehirde ikamet eden herkese de belagatli ve kötü inançtan men edici olmak üzere cami minberlerinde okunsun. Bu emirnamemiz, 705 H. Ramazan ayında yazılmıştır.” (Ebu Hamid bin Merzuk, Beraatü’l Eşariyyin, sh. 391-395)

————————–

grsl1

 

İBNİ TEYMİYYE’NİN MEZHEBİ İLE İLGİLİ ÇELİŞKİLİ İFADELER

Nurettin Yıldız: “… İbni Teymiyye asla mezhepsiz değildir.Hanbeli’dir ama Ahmed b. Hanbel’in ictihadlarının çoğuna itiraz etmiştir.”

İbn Teymiyye akla gelince, muhakkık okuyucunun aklına gelen ilk şey çelişkidir.Zira İbn Teymiyye’nin pek çok meselede farklı kitaplarında çelişkiler ve sözleri arasında tenakuz ve tezadlar bulunmaktadır. Bu tenakuzlardan biri de mezhep meselesidir. Zira aşağıda kaynaklarla vereceğimiz sözlerinde İbn Teymiyye, hem mezhebe bağlanmanın bidat olduğunu, hem mezhebe bağlanmanın gerekli olduğunu ve kendisinin mezhebinin olmadığını zira Ebu Yusuf gibi zatlarında ilimde ilerledikten sonra kendi mezheplerini terkettiği gibi çelişki ve iftiralar vardır.

İbn-i Teymiyye, Fetâvayi’l-Mısriyye adlı kitabında şunları zikreder:
“Bir kişi Ebu Hanife, imam Malik, imam Şafiî veya Ahmed b. Hanbel’e tabi olsa ve bazı meselelerde başka mezhebin görüşünü daha kuvvetli görüp ona tabi olsa, bu çok güzel bir davranıştır. Bu davranışı, onun ne dinini ne de adalet ve doğruluğunu zedeler. Bilakis bu, gerçeğe daha yakın ve bu kişi Allah ve Rasûlüne, Rasûlullah’tan başka birine taassup gösterenden daha sevimlidir.”

Bu sözleri söyleyen İbn Teymiyye; el-Kaza mine’l-İnsaf adlı eserinde şöyle der: “Kim belli bir imamı taklid etmeyi farz olarak görürse tevbe etmesi söylenir, yapmazsa öldürülür. Çünkü bu farziyyet, rububiyyetin özelliklerinden olan teşri” (hüküm verme) konusunda Allah’a şirk koşmadır.”

Nureddin Yıldız’ın İbn Teymiyye’nin Hanbeli olduğunu söylemesine karşılık İbn Teymiyye, kendisinin mezhebini bıraktığını söyler ve bunu da İmam Ebu Yusuf’un mezhebini bıraktığını iftira ederek, onu kendisine sed yaparak ifade eder. İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Sahabeler birleşirler, ittifak ederlerdi. Dinin temizlik, namaz, hac, boşanma, feraiz (miras) veya diğerleri gibi bazı fer’î meselelerinde ihtilaf etmişlerse de, bu konularda icma etmeleri kesin bir hüccettir. Diğerlerini bir kenara bırakarak imamlardan belli bir şahsa taassub ile bağlanan, tıpkı diğer sahabeleri bırakarak tek bir sahabeye taassup gösteren gibidir. Mesela rafıziler Ali radıyallahu anh’e taassup göstererek üç halifeyi ve sahabelerin cumhurunu terk etmişlerdir. Hariciler ise Osman ve Ali radıyallahu anhuma hakkında dil uzatmışlardır. Bunlar bidat ve heva ehlinin yollarıdır. Kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuştur ki onlar kötülenmiş ve Allah’ın rasulü sallallahu aleyhi ve sellem ile gönderdiği şeriatın ve yollarının dışına çıkmışlardır. Her kim imamlardan birine taassup ile bağlanırsa bu bidat fırkalarına benzerlik göstermiş olur. Bağlandığı kimsenin, Malik, Şafii, Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel veya başkaları olması fark etmez. Bunlardan birine bağlanan kimse onun ilimde ve dinde değerini bilmediği gibi diğerlerinin değerini de bilmez. Böylece hem cahil hem zalim olur. Allah ise ilmi ve adaleti emreder, cahillikten ve zulümden yasaklar. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Onu insan yüklendi. Şüphesiz o çok zalim ve pek cahildir” (Ahzab 72)

İşte insanların Ebu Hanife’ye uyma konusunda en ileridekileri olan Ebu Yusuf ve Muhammed! Onlar Ebu Hanifenin görüşlerini en iyi bilen kimselerdi. Bununla birlikte neredeyse sayılamayacak kadar olan bir çok meselede, sünnetin delilinin kendilerine belirmesi sebebiyle Ebu Hanife’ye muhalefet etmişlerdir. İmamlarına gereken saygıyı göstermelerine rağmen ona tabi olmayı vacip görmemişlerdi. Onlar hakkında “Muzebzeban/gidip gelenler” denilemez. Bilakis Ebu Hanife ve diğer imamlar bir görüş söyler, sonra kendisine aksi istikamette bir delil belirir ve onu söylerdi. Bu durumda ona “müzebzeb:gidip gelen” denilmez. Zira insan ilim va imanı talep etmeye devam eder. kendisine daha önce gizli kalan ilim ortaya çıkarsa ona tabi olur ve o bu durumda müzebzeb olmaz. Bilakis o hidayet üzeredir ve Allah hidayetini artırmıştır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: “De ki Rabbim! İlmimi artır” her müminin, müminlerin idarecilerinin ve müminlerin alimlerinin hakkı amaçlamaları ve buldukları yerde ona uymaları gerekir. Bilmek gerekir ki, onlardan biri içtihat edip isabet ettiğinde ona iki ecir vardır. İçtihat edip hata ettiğinde ise ona ictihadından dolayı bir ecir vardır, hatası ise bağışlanır.” (İbn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, c.22, s.252-253)

“İMAM RABBANİ İLE İBNİ TEYMİYYE ARASINDA FARK YOKTUR”(!)

Nurettin Yıldız: “İmam-ı Rabbani, İbni Teymiyye ile karşılaştırıldığında sadece yaşadıkları coğrafya ve soyları farklıdır. İmam-ı Rabbani ve İbni Teymiyye metod ve hareket olarak aynıdır. Aralarında fark yoktur. İkisi de müceddit güçte insanlardır.”

Bu ne büyük iftiradır, İmam-ı Rabbani ile İbn Teymiyye’nin hangi ölçüsü, metodu bir olabilir ki? İmam-ı Rabbani’nin ismi muhterem olduğu için, Nureddin Yıldız, İbn Teymiyye’yi aklamak için onu kullanıyor. Zira Nureddin Yıldız’ın bırakın İmam-ı Rabbani’nin metodunu bilmesi, Mektubat diye maruf olan eserini dahi okumadığını aşağıdaki iddiasını cevaplarken göreceksiniz. Fıkıhta kendisini müstakil gören İbn Teymiyye nerede, hak mezheplere tabi olmanın ve kendisi müctehid ve müceddid olmasına rağmen Hanefi olmakla övünen İmam-ı Rabbani hazretleri nerede. İlmiyle artık son noktaya vardığını iddia eden İbn Teymiyye nerede, gerçekte ikinci binin müceddidi olmasına rağmen nefis tezkiyesine girip, mürşide bağlanan İmam-ı Rabbani nerede. İmam Eş’ari ve kelam ulemasına kafir diyen İbn Teymiyye nerede, İmam Maturidi ve Eş’ari’yi övmekten lezzet alan İmam-ı Rabbani nerede. İbn Arabi’ye ve talebesi Sadreddin Konevi hazretlerine ağza alınmadık hakaretler eden İbn Teymiyye nerede, İbn Arabi için “her yiğit çekemez Muhyiddin’in yayını” diyen İmam Rabbani nerede.

————–

İMAM-I RABBÂNİ’YE (K.S.) İFTİRA

Nurettin Yıldız: “(İbni Teymiyye ve İmam Rabbani) İkisi de İbni Arabi düşmanı… Tam Türkçesiyle (İmam Rabbani) ‘başlarım senin Füsusu’l Hikeminden’ diyen bir kimsedir. Yani ‘İbni Arabi’ye başlarım’ diyen bir kimsedir.”

Nurettin Yıldız: “ (İmam Rabbani diyor ki: ) ‘Banane senin Mekkî kitabından (Fütühât-ı Mekkiye’den) bana Medeni şeraitten bahset’ diyor. Adamı (İbni Arabi’yi) Medine’nin dışında görüyor. Şeriat dilinde bunun ne manaya geldiğini hepimiz biliyoruz (!) Yani (İmam Rabbani) İbni Arabi ile savaştı…”

Nureddin Yıldız, burada İbn Arabi hazretlerine iftira atmak ve selefilerin İbn Arabi hakkındaki fasid fikirlerini kusmak için İmam-ı Rabbani hazretlerini kullanmaya çalışması büyük fecaattir. Zira Nureddin Yıldız’ın bu sözleri onun Mektubat’ı bilmediğini veya bilerek gerçekleri sakladığını gösterir. Zira Mektubat’tan İbn Arabi ile alakalı kısımları verdiğimizde göreceksiniz. İmam-ı Rabbani hazretleri Şer-i Şerif hususunda pek şedid olduğundan kendisine sorulan soru üzerine verdiği şu cevaptan mı çıkardı Nureddin Yıldız yukarıdaki düşüncesini acaba:

“100. MEKTUP

MEVZUU: Şeyh Abdülkerim Yemeni’nin:

—Sübhan Hak gaybi bilmez.

Sözüne cevab…

(NOT: ÎMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Molla Hasan Keşmiri’ye yazmıştır.)

Mektubunuz ulaşması ile bize şeref verdi.

Onun münderecatı: Parçaları, asılları, babları ve fasılları ile anlaşılmış oldu.

Onun münderecatı arasında Şeyh Abdülkerim Yemenî’nin şu cümlesi var:

— Sübhan Allah, gaybi bilmez.

***

Ey Mahdum,

Bu Fakir’in o gibi cümleleri dinlemeye asla takati yoktur. Elde olmadan, onları dinlerken Faruki damarım kabarıyor. O derecede ki: Düşünmeye bile mecal kalmıyor. Tevil ve tevcihe dahi yer yok. Ama bu söz kimden gelirse gelsin; ister Şeyh Abdülkerim Yemenî’den, isterse Şeyh-i Ekber-i Sami’den.

Ancak bize lâzım olan, Muhammed Arabi’nin S.A. kelâmına tabi olmaktır. Muhyiddin b. Arabî, Sadreddin-i Kunevî ve Abdürrezzak Kâşî’nin kelâmına değil.

Bizim füsusa değil; nüsusa tutunmamız gerekir.

Fütuhat-ı Medeniye, bizim için Fütuhat-ı Mekkiye’den daha yeterlidir.”

Bu mektubunda İmam-ı Rabbani hazretlerinin, umum insanları İbn Arabi hazretlerinin sözlerinin zahirine sarılmaktan men ettiği görülmektedir. Burada maksad Şer-i Şerif’in önemini vurgulamak asıl hedefi ortaya koymaktır. Kaldı ki Muhyiddin Arabi hazretleri de kendi eserleri için aynı şeyi söylemiş, ehil olmayanları, eserlerini okumaktan men etmiştir. Zira mektubatta baştan sona öyle ibareler vardır ki, İmam Rabbani hazretleri çok ileri ifadelerle Muhyiddin Arabi hazretlerini övmüştür. Yine Mektubat’ının pek çok yerinde kendisinden alıntı yapmıştır.

İmam Rabbânî İbnü’l-Arabî’nin ilmî ehliyeti ile ilgili olarak mektuplarından birisinde şöyle der:

“İbnü’l-Arabî vahdet-i vücûd meselesinin ekseri tahkikatında haklıdır. Onu ayıplayanlar dahi doğruluktan uzak durumdadırlar. Yerinde bir davranış şu ki, bu meselenin tahkikinde ilminin çokluğu şanının üstünlüğü bilinmelidir. Onu reddetmek ve ayıplamak yerinde bir iş değildir.” (Mektûbât, III, 117; III, 89. Mektup; ; (II, 1525).

“Şeyh’ten evvel gelen meşayih, bu babda konuşacakları zaman, işaret ve rumuzla konuşurlardı. Şerhi ve tafsilatı ile meşgul olmazlardı. O kimseler ki, Şeyh’ten sonra geldiler. Onların pek çoğu, Şeyh’i taklid etmeyi tercih etti. Onun ıstılahına uyarak kelâm yürüttüler. Biz sonradan gelen acizlere gelince, onun bereketlerinden feyz aldık. Onun ilimlerinden ve maarifinden dahi bolca hazza nail olduk. Allah Teâlâ onu bizden yana bolca mükâfatlandırsın.” (Mektûbât, III, 104; III, 79. Mektup, (II, 1497).)

“Şeyh-i ekber’in‚ ‘Peygamberlerin sonuncusu, ilm ve ma’rifetleri velâyetin sonuncusundan alıyor’ buyurması, bu fakîri şereflendirdikleri bu marifet içindir. Bu söz baştanbaşa şerîate uygundur. Fusûsu şerh edenler ise, bunun tashîhinde, doğru îzâh ve isbâtında çok zorlanmışlar ve velâyetin sonuncusu, nübüvvetin sonuncusunun haznedârı gibidir. Pâdişâh kendi hazînesinden bir şey alırsa, onun için bu işte hiçbir noksanlık lâzım gelmez‛ demişlerdir. İşin esâsı ise, bizim bildirdiğimiz gibidir. O zorlanmaların menşei, işin esâsına varamadıklarına dayanmaktadır. Velînin velâyeti, kendi Peygamberinin velâyetinin kısımlarından bir kısımdır. Velî ne kadar yüksek derecelere kavuşursa, kavuşsun, Peygamberinin derecelerinin kısımlarından bir kısım olmaktan ileri geçemez. Kısım ve parça ne kadar büyük olsa da, külden, yani bir şeyin bütününden küçüktür. ‘Kül cüzden daha büyüktür’ mantık kâidesi ve herkesin bildiği bir gerçektir. Cüz’ün külden, parçanın bütününden daha büyük olduğunu sanmak saflıktır. Çünkü bütün, o ve diğer parçalardan meydana gelmektedir.” (İmam Rabbânî, Mebde ve Meâd, trc., Süleyman Kuku, İstanbul 2002, s.71-72)

İşte, İmam-ı Rabbani’nin “Biz sonradan gelen acizlere gelince, onun bereketlerinden feyz aldık. Onun ilimlerinden ve maarifinden dahi bolca hazza nail olduk. Allah Teâlâ onu bizden yana bolca mükâfatlandırsın.” sözü nerede, Nureddin Yıldız’ın İmam-ı Rabbani’ye iftira atarak İbn Arabi’yi lekelemeye kalkması nerede?

Ayrıca Ehli Sünnet Âlimlerinin Muhyiddin Arabi (k.s.) konusundaki görüşlerini özetlemesi açısından Osmanlı Şeyhülislamlarından İbni Kemal hazretlerinin bir fetvasını dikkatlerinize arz ediyoruz:

Muftîyu’s sekaleyn ibn-i Kemâl namıyla anılan ve bu isimle şöhret olan Mısır fatihi Padişah Yavuz Sultan Selim’in hocasıaynı zamanda da Kanuni ve Yavuz devrinin tanınmış şeyhu’lislamlarında Mevlâna İbn-Kemâl (k.s.) efendinin bu mev-zuyla ilgili olarak yayınlanmış bir fetvası Şeyh Ahmed Hamdî al-Kadirî (k.s.) telif etmiş olduğu “Kitab-ul Burhan Al-Azhar Manâkıb eş-Şeyh el-Ek-ber” Arapça ve Osmanlıca olan ve Türkçeye çevirisi ve sadeleştirmesi yaptırılan bu eserde bulunan bu fetvayı biraz sadeleştirme yaparak önemine binaen kitabımızın bu kısmına almayı uygun gördük..

Fetvanın sahibi olan İbn-i Kemâl efendi, yaşadığı devirde yukarda bahs ettiğimiz gibi
talebesi olan padişah tarafından çok sevilmiş ve sayılmıştır. Öyle ki Yavuz, hocasının
atından sıçrayan çamurla kirlenmiş olan kaftanının öldüğü zaman tabutunun üstüne örtülmesini vasiyet etmiştir. Ve öyle de olmuştur. Yakın tarihe kadar sandukasının üzerinde serili olan bu kaftan, günümüzde üzeri camla kaplı tahtadan yapılmış bir koruma kabına konarak sandukanın yanına yerleştirilmiş türbeyi ziyaret edenlere gösterilmektedir.

 

Bismillahirrahmanirrahim..
Kullarından bir kısmını ilim ve ihsana mümtaz ve enbiya ve murselîne vâris eden Cenab-ı Hakka hamd ve sena ve ehl-i dalâl-ı ıslâha meb’ûs olan (gönderilen) Nebiy-yi zîşân ile şer’i metini (sağlam şeriatı) icraya ced ve gayret eden âl ve ashabına edayı selât ve selam bî intiha (sonsuz selât ve selam) olunduktan sonra; ma’lum olsun ki hakikâtehlinin uyduğu; Hazret-i Şeyh Âzam Kutb-ul Arifin Muhyiddîn Âlî al-Arabî at-Tâi al-Hatemî al-Endülüs-i hazretleri muctehid-i kâmil ve mürşid-i fâzıldır. Hayret veren menâkıbında mevcud olan harikulade kerametleri müridler, alimler ve fâzıl kişiler tarafından kabul ve tasdik edilmiştir. İnkâr edenlerin, çok büyük hata edecekleri ve inkârda ısrar edenlerin ise çok dalâlete duçar olacakları aşikârdır. Emr-i bil ma’ruf ve nehyi anil münker’le me’murhakimlerin, işbu batıl inanç sahihlerinin hallerini düzeltmelerine ve itikâdlarını değiştirmelerine teşvik ve te’dîb (uslandırma) eylemeleri boyunlarına borçdur.

İbn-i Arabi hazretleri birçok kitab ve resâil te’lif buyurmuşlardır. Fusus’ul Hikem, Fütuhatı Mekiyye diğer te’lif ettiklerinin yanında meşhurdur. Hazreti Şeyh’in kitablarında ve risalelerinde bulunan bazı ibârelerinn lafzları ve manâları ilâh-i emre ve şer’i nebeviye yakın yani anlaşılır olması yönüyle itiraz edilmemektedir. Ancak bazı ibarelerin derecâtmın yüksek olması yani keşf ve tevhîd ehlinden olmayanların idrâklarmın fevkinde olması, amaçlanan manâyı idrâk edemeyenlerin ve tasavvuf ehli olmayanların “Sakın bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olur” (İsra/36) âyetine uyarak sükût etmeleri ve itirazdan kaçınmaları vaciptir. Büyüklerden birisi şöyle buyurmuştur: Kim tasavvu-Jî hakikatlerin ehli ile beraber oturursa ve onların ortaya koydukları hakikatlerin bazısını inkâr ederse, Allah iman nurunu onun kalbinden söküp alır.”

İbn-i Arabî (k.s) hâlen, ilmen, tarikat şeyhi ve hakikat ehlinin büyüğü olduğu gibi; ilim müessesesi teşkilatının kurucusudur. Cenab-ı Şeyh, öyle ucu bucağı olmayan bir denizdir ki sahilini görmeğe beşer gözü, dalgalarının çalkalanırken çıkardığı sesi işitmeğe; beşer kulağı acizdir. İnci taneleri olan sözleri ise yâr’dan uzak olanların ellerine ulaşıp ziyan olmaktan korunmuş ve gönül ehline neş’e bahş olacak feyizler ile dopdoludur. İbn-i Arabîye mensub olan tâife-i nâciye doğru yola girmiş mümtaz bir kavimdir. Sözleri ve diğer tasavvufî ıstılahları diğer tasavvuf ehlî gibidir. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki, hilali görmeye, kusurlu gözler nasıl müsaid değilse hazreti herkesin idrâk etmesi mümkün olmayabilir. Allah’a yeminle beraber beyân olunur ki şübhesiz Şeyh’ul Azam b. Arabî ilminin ihata etmediği şeyi yazmamıştır ve ilmi ise; malumatın şekillerini hakikati vechle, ru’yetle hasıl olmuş ilm-i şuhûddur. Hak Subhanehû tealâ hazretleri bazı kullarını nübüvvetle bazısını davelayetle seçmiştir. Durum şudur ki, bir şeyi bilmemek, görmemek o şeyin yok olduğunu gerektirmez. Bulup görmemekle de o şeyin varlığını inkâr lâzım gelmez. Örneğin; yarasanın güneşi görmeyerek inkâr etmesi, güneşin olmadığı anlamına gelmez. Taassubun zarardan başkaca faydası yoktur. Hususiyle Ricâl-ul Gayb hakkında hadis-i şerif vârid olmuştur. Onların çaresiz kalanlara Allah’ın emriyle yardımları meşhurdur. Şu satırları yazan ben dahi bu ruhanî yardımlarına mazhar olmuşumdur. Munasib olan budur ki her zaman mukaddes mevcudiyedlerini ikrar edib özellikle Şeyh’ul Ekber Muhyiddin ibn-i Arabî ve Şeyh Abdulkadir Geylânî hazretlerini uygun tabirlerle yâd etmek lüzumludur. Setr ettikleri ve gizledikleri ibareleri idrâk edememek sebebiyle inkâr uygun değildir. Cifir, Nucûm ve İksir ilmi gibi konuları avamdan gizlemişlerdir. Ekseriya sözleri vicdanidir, tatmayan bilmez kabilindendir. Onların yolu sırat-ı müstakimdir, muhabbetullahtır. Onlar “Muhammedf’dirler. Bilinmelidir ki, Allah’ın dostları ile Allah’tan bize haber getiren herkes, TEK görüş üzeredirler. Allah’dan getirdikleri bilgiye ne bir şey eklerler, ne noksan söylerler, rıe de birbirlerine muhalefet ederler. Aksine onlar; birbirlerini doğrularlar. Tıbkı buluttaki yağmur suyunun yere inmesi halinde özünde değişiklik olmaması gibi onların kelâmlarının özleri BİR’dir manâsı BİR’dir. Bizlere düşen “Bilmiyorsanız bir bilene sorunuz” ilâhi hükmüne riayet etmektir ki bu hüküm İslamın şartlarmdandır.“Hak teâla cümlemize tevfîk ve basiret ihsan eyleye”

İnanırız.. Hazreti Şeyhin buyurduğu gibi… O, Allah Hakkı söyler ve O, doğru yola iletir.

Muftîyu’s sekaleyn ibn-i Kemâl

 

İBNİ TEYMİYYE HAYRANLIĞININ GETİRDİĞİ NOKTA

Nurettin Yıldız: “Allah da arşından gözlüyor…”

Bu söz her ne kadar basit bir söz gibi dursa da, bu sözün sahibinin zihin dünyasını İbn Teymiyye’nin inşa ettiği açıktır. Bu sözün kaynağı İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye şöyle diyor: “Burada Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Allâhu Teâla’nın Arş’ı istivâsı sonucunda Arş’ta, ölçü olarak zikredilen şeylerin en basiti olan bu miktar, yani dört parmak kadar dahi fazla (boş) yer kalmadığını beyan etmiştir.” (İbn Teymiyye, Mecmû’ul-Fetâvâ, XVI, 438)

İbn Teymiyye gerek Der’u Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl isimli eserinde, gerekse Şii-Rafizi ekole yazdığı reddiyesi Minhacü’s-Sünne isimli eserinde diyor ki: “Arş bize göre, mahlûkata göre tavan gibidir. Bizim üstümüzdedir. Cenab-ı Hakk’a göre ise koltuk gibidir, divan gibidir, Arş O’nun alt tarafındadır.”

İbn Teymiyye’nin Arş’a istiva ile alakalı bu zehirli görüşü, bir çok kitabında tekrar edilmiştir. (Beyan Telbisü’l – Cehmiyye, 1/118-401; Mecmuu’l-Fetava, IV, 374) O yüzden iddiaların cevabı kısmına geçiyoruz.

İbn Teymiyye ve Nureddin Yıldız bu konuda Taha Suresi 5. ayete dayandıklarını söylüyorlar: “Rahman Arş’a istiva etti.” Arş, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı en büyük, en muazzam, en azametli mahlûktur. Cenab-ı Hakk için, altı yönün O’nu kuşatması söz konusu değildir. Dolaysıyla “Arş O’nun altındadır. Cenab-ı Hakk Arş’ın üst tarafındadır” demek doğru değil. Bu Mücessime’ye ait bir algı tarzıdır. Usuli’d-Din eğitimi görmemişsek bu konudaki müteşabih hadisleri kolayca yanlış anlarız. Günümüzde Vehhabi çevrenin ayaklarının kayması, nasslara teslimiyet adı altında Cenab-ı Hakk’a cisim özellikleri atfetmelerinin sebebi budur. Kafayı kullanmayı bilmiyorlar. “Nasslarda nasıl gelmişse öyle teslim oluruz” diyerek aslında nasslara tam ters bir durum olan teşbih ve tecsim akidesine sürükleniyorlar. Cenab-ı Hakk bize akıl vermiş, bize muhkem nasslar göndermiş… Dolaysıyla müteşabih nassları o muhkem nasslar esasında anlamamız lazım.” (Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi, Ebubekir Sifil, Rıhlekitap)

Allah için bir mekân, bir yer olmadığına delil şudur: Eğer biz Allah’ın, âlem yaratıldıktan sonra arş adı verilen bir mekânda olduğunu söylersek, o takdirde Allah’ın zatında bir değişme hâsıl olur, bu ise bir mekâna intikaldir. Oysa kadim, üzerinde değişme ve intikal tasavvur olunmayan bir varlıktır. Çünkü o bütün sıfatlarıyla Vacibü’l-Vücud’dur. Ayrıca bir mekâna intikal ve orada oturma cisimlerin sıfatlarındandır. (Pezdevi, s. 58.)

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhinde şöyle deniliyor: Şimdi biz “Rahman Arş’a istiva etti” veya “Yüce Allah gecenin son üçte birlik kısmında dünya semasına nüzul eder” ifadelerindeki fiileri nasıl anlamalıyız? Cenab-ı Hakk bir yerden bir yere mi intikal ediyor? Bir mekândan başka bir mekâna mı intikal ediyor? Haşa ve kella! Cenab-ı Hakk, var ettiği her şeyden münezzehtir. Günlük dilde kullanılan bir söz vardır: Allah mekândan münezzehtir. Mekândan da, zamandan da, insandan da, kâinattan da, evrenden de, melekten de, cinden de, herşeyden münezzehtir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de kendini ifade ettiği gibi “Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir.” (Ankebut Suresi/ 6.)Dolaysıyla meseleye böyle baktığımızda O’nun fiilerini de bizler gibi mücessem, varlığı cisim ile ifade eden varlıkların fiilleri gibi düşünemeyiz. Cenab-ı Hakk fiil işler, istiva eder, nüzul eder evet ama bu bizim fiilimiz gibi değildir. (…)

Keza Arş’a istivayı da bu şekilde anlamamız lazım. Asla ve kat’a Cenab-ı Hakk –haşa- Arş’ın üzerine yerleşti, mekân tuttu, daha evvel başka yerdeydi sonra Arş’ı yaratınca onun üzerine istiva etti diye anlamak son derece yanlıştır.

İmamımız Ebu Hanife Hazretleri buyuyor ki: “Cenab-ı Hakk’ın Arş’a istiva etmesi eğer Arş’ın üzerine mekân tutmak olursa, böyle anlatılır, böyle anlaşılmaya çalışılırsa o zaman sorarız biz, Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi? Bu son derece önemli bir sorudur. Cenab-ı Hakk’a mekân tayin etme gafletinde bulunan insanlar, O’nun Arş’ın üzerinde mekân tuttuğunu, yerleştiğini ifade eden, böyle bir cehalet sergileyen insanlar İmam Ebu Hanife’nin bu sorusuna cevap vermek zorundadır. Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi? Evet, nerede sorusu Cenab-ı Hakk için abes bir sorudur. Allah Teâla için kullara mahsus herhangi bir ifade kullanılmaz. Biz, mekân içindeki varlıklar için nerede sorusunu sorarız. Nerede sorusunun cevabı da yine mekân esas alınarak verilir. Şimdi biz bu soruyu zihnimizde kalıp haline gelmiş alışkanlıklar çerçevesinde soruyoruz.

Cenab-ı Hakk’ın semada yani gökte olduğunu ifade eden naslardaki sema kelimesi “sümüvv/yücelik” ifade eder. Bugün de Arapçada böyle bir tabir var. Bir Arap televizyon kanalını izleyecek olursanız mesela Suudi Arabistan kralından bahsederken “sümüvvü’l-melik” der, yani “yüce melik” anlamında. Sümüvv kelimesi yücelik anlatan bir kelimedir. Sema kelimesinin söylenmesinin sebebi de budur. Biz gök diyoruz, bunu gök diye tercüme ediyoruz. Aslı yüceliktir. Biz başımızı kaldırıp başımızın üstündeki istikamette göğü görünce bir yücelik ifadesi olarak sema diyoruz. Yoksa Allahu Teâla o istikameti mekân tutmuştur anlamında değil, haşa. Cenab-ı Hakk’ın semada olduğunu ima eden nassların anlattığı şey budur. Gök tabakası diye bildiğimiz evreni İbn Teymiyye şöyle tasvir ediyor bize: Evren merkezinde dünya vardır, küçücük bir nokta gibidir. Onun dışında yedi kat sema vardır. Semaların dışında kürsü vardır. Semevat’ın Kürsi karşısındaki küçüklüğü bir çölün ortasına atılmış bir yüzük halkası kadardır. Düşünün Kürsi ne kadar büyük, Semevat onun yanında çölün ortasına atılmış bir yüzük kadardır. Onun dışında da Arş vardır. Arş’ın Kürsi’ye olan büyüklüğü de yine çölün ortasına atılmış bir yüzük nispetindedir. Cenab-ı Hakk da bu anlayışa göre haşa Arş’ın üzerini mekân tutmuştur. Yani dairevi bir âlem tasavvur edin, en dışında Arş yer alıyor, onun içinde Kürsi yer alıyor. Sonra yedi kat Semevat var, sonra bunların merkezinde de dünya yer alıyor. Artık dünyanın küçüklüğünü ifade etmek için insan bir kavram bulamıyor. Şimdi mekân tayini anlamında “Allah semadadır” diyen aklı evveller Allah Teâla’yı bu semaya nasıl sığdırabiliyorlar? İmamlarımızı tenzih ederiz, onlar Allah göktedir demiyorlar.” (Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi, s. 72-73)

İmam Ahmed b. Hanbel’e istiva hakkında soruldu. O: “İstiva, haber verildiği gibidir. Yoksa beşerin hatırına getirdiği gibi değildir.” cevabını verdi.

İmam Şafii’ye istivadan sorulunca, cevabı şöyle olmuştur: “Benzetmeksizin inandım, misallendirmeden tasdik ettim, bilmekte nefsimi suçladım, bu mevzuda muhabaseye (tartışmaya) dalmaktan tamamen kendimi tutmuş bulunmaktayım.”

İmamı A’zam Ebu Hanife dedi ki: “Bir kimse, Allah gökte mi yoksa yerde mi bilemiyorum, derse küfre gitmiş olur. Zira bu söz, Hak Teâlâ için bir mekân var da o kimse bunda şüphede imiş vehmini verir.”

İmamı Malik’e istivadan söz açılınca şu veciz ifade ile cevab vermiştir: “İstiva malumdur, nasıl olduğu meçhuldür, ona iman vacibtir, ondan sual açmak ise bid’attır.”

İmam Malik bu soran kişiye “Seni ancak harici olarak görüyorum” dedi ve yanındakilere onu huzurundan çıkartmalarını emretti.

İbni Hacer AskalaniFethu’l-Bari’de derki;

‘Allahü teâlâ hareket intikal, hulul, mahlûkatın içine girmek gibi şey­lerden münezzehdir.”

Kâdî BeydâvîBakara/255 tefsirinde diyor ki:

“Allahü teâlâ bir mekânda bulunmaktan ve âleme hulûl etmekten münezzehdir.”

Aliyyül KârîFıkhu’l Ekber şerhinde diyor ki;

”Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir”

Selefilerin çokça atıfta bulunduğu İbn Cerir et-Taberi dahi, selefilerin görüşüne karşı çıkmış yukarıdaki imamlarla aynı doğrultuda uzunca açıklamalar yapmıştır. (Tefsîr-Taberî:8/318 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire);1/428;16/366; 20/82; 5/314-315; 15/75.)

SELEFÎLİK’İN KELİME ANLAMI ÜZERİNDEN YAPILAN ÇARPITMA, DÖRT MEZHEB SELEF’İN YOLUNDA DEĞİL MİYDİ?

Nurettin Yıldız: “Selefilik, Ashab-ı Kiram ve Tâbiin nesline bağlı olmaktır. Bir insan ben Ashab-ı Kiram’ın yolundan gitmek istiyorum diyorsa o selefidir. Ayıp mıdır Ashab-ı Kiram’ı taklid etmek, Hasan Basri’yi sevmek ayıp mıdır?…”

“Eğer sahabe ve tabiînin peşinden gitmek selefîlik ise İbn Teymiyye bal gibi selefîdir, İbn Teymiyye selefî mantıklıdır. Çünkü ictihadı ona bunu göstermiştir.”

Nureddin Yıldız, ilm-i beyan okuyanların bileceği bir metoda burada çokça başvurmuştur. İlm-i beyanda mugalata denilen bir metod vardır ki, bazı kimselerin agah olmadıkları mevzuların üzerlerini örtmek için çokça söz etmesi ve yaldızlı laflara girişmesidir. Hiç hoş karşılanmayan bu duruma, cahillerin veya kötü niyetli kimselerin tevessül edeceği de belirtilmiştir. İşte Nureddin Yıldız, İbn Teymiyye’yi eleştirenler sanki onu selef-i salihini sevdiği için tenkid etmişler gibi göstererek duygu sömürüsü yapıyor. Hâlbuki tam tersine İbn Teymiyye’yi tenkid edenler, onu selef-i salihinin yolunu terkettiği için eleştiriyorlar. Bunu da İbn Teymiyye ile alakalı diğer tenkid noktalarımızda gösterdik.

———–

ZEHEBÎ’NİN SONRADAN HOCASI İBNİ TEYMİYYE’YE YAPTIĞI İTİRAZLAR

Nurettin Yıldız: “Mizzi, İbni Kesir, Zehebi onun talebisidir. İbni Kayyım onun en değerli talebesidir.”

Ehlisünnet’in meşhur âlimi ve İbn Teymiyye’nin çağdaşı olan Zehebî, Zeğalu’l-ilm adlı kitabın ve Nasihatü’z-Zehebiyye başlıklı risalenin/mektubun yazarıdır. Zehebî bu iki eserinde, bilhassa Nasihat’ında İbn Teymiyye’yi ve takipçilerini sert bir dille eleştirmiş ve onları sapkın olarak nitelemiştir. Kitabın ve mektubun muhtevası kendi akideleriyle bağdaşmadığından Selefî ve Vahhabî âlimler bu iki eserin Zehebî’ye aidiyetini inkâra kalkışmışlardır. Bu kitabı her ne kadar selefiler inkar etse de yazma nüshası Mısır Darü’l-Kütüb Kütüphanesi’ndedir. (Muhammed Zahid Kevserî, el-Akide ve ilmü’l-kelam, s. 555.) İbn Hacer Askalanî (öl. 852) İnbaü’l-gumr bi-enbai’l-umr fi’t-tarih‘inde(İbn Hacer Askalanî, İnbaü’l-gumr bi-enbai’l-umr fi’t-tarih, c. 1, s. 129.), İbnü’l-Vezir (öl. 840) el-Avasim ve’l-kavasim‘inde, Ebu’l-Felah Abdülhayy b. Ahmed b. Muhammed İbnü’l-İmad (öl. 1089) Şezeratü’z-zeheb‘inde(ibnü’l-İmad, Şezeratü’z-zeheb, c. 6, s. 252.) Zeğalu’l-ilm kitabından söz etmişlerdir.

Zehebi; “İbni Teymiyye ekseri patavatsız ve münakaşacı idi… Bazı iyi bilinen konularda dört mezheb imamına muhalefet etti… Şimdi birkaç senedir bir mezhebe bağlı olmadan fetva veriyor… Bazen yanındaki birine hürmet gösterir, sonra sohbet sırasında ona mükerreren hakaret ederek gücendirirdi… Şiirleri sıradandır… Muhalifleri arasında gücendirdiği ve abartılı bir şekilde iftira ettiği kişiler de vardır. Allahü teâlâ onu ruhundaki kötülükten korusun!” (Bulletin of SOAS, 67, 3 (2004), 321-328.)

Zehebi, Zagalü’l-ilm risalesinde de İbni Teymiyye’de “kibir, ucb, meşihat riyasetine aşırı sevgiyle ulu zatları tahkir etme, büyüklük taslama davası ve gösteriş afeti” olduğunu yazıyor ve hocasına “ilimle böbürlenmekten ve bencillikten kork” diye hitab ediyor. (Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s. 378.)

İbn Kesir’in, İbn Teymiye’den ders aldığı doğrudur. Ancak tefsirinde açıkça İbn Teymiye’den söz ettiğine rastlayamadık. İbn Kesir, aynı zamanda İmam Zehebi ve Mizzi’nin talebesidir. İbn Kesir, İbn Teymiyye’nin görüşlerinden uzaktır. Bunu tek bir delille ispat edebilirz. İbn Teymiyye, tevessülü inkar ederken İbn Kesir kesinlikle inkar etmez. İşte İbn Kesir’in bu husustaki görüşü:

“İçlerinde eş-Şâmil isimli eserin müellifi Şeyh Ebu Nasr îbn es-Sab-bâğ’ın bulunduğu bir grup âlim Utbâ’dan şu meşhur hikâyeyi naklederler; Utbâ şöyle anlatmıştır: Hz. Peygamberin s.a.a kabri yanında otu­ruyordum. Bir bedevî gelerek: Selâm sana ey Allah’ın Rasûlü, Allah Teâlâ’nm: “Onlar kendilerine yazık ettikleri zaman, sana gelip Allah’­tan mağfiret dileseler ve peygamberler de onlara mağfiret dileseydi el­bette Allah’ı Tevvâb ve Rahîm olarak bulacaklardı” buyurduğunu işit­tim. İşte günâhlarımdan mağfiret dileyerek ve Rabbıma benim hakkım­da şefaatte bulunmanı isteyerek sana geldim, dedi ve şu şiiri söyledi: Ey yeryüzündeki efendilerin en hayırlısı ve en büyüğü; onların güzel kokularıyla yeryüzünün alçak ve yüksek yerleri hep güzelleşmiş­tir. Senin bulunduğun kabre benim nefsim feda olsun. Orada iffet, ora­da cömertlik ve şeref vardır. Sonra Bedevi ayrılıp gitti ve bana bir uyku hali geldi. Rü’yâmda Hz. Peygamberi s.a.s gördüm. Şöyle buyurdular: Ey Utbâ, Bedevi’ye var ve Allah’ın kendisini bağışladığını ona müjdele.” (İbni Kesir, “Tefsiri Kuranil Azim”, c. 4, s. 140, Nisa 64’ün tefsiri)

MEZHEB VE TARİKATLER PARÇALANMAMIZA MI SEBEP OLUYOR?

Nurettin Yıldız: “İnsanlar şu tarikat bu mezhep diye diye bölündü parça parça oldular. İbni Teymiyye (ise), bana Kur’an yeter, bana sünnet yeter diyen bir insandır.”

Nureddin Yıldız’ın, burada diğer Ehl-i Sünnet muhalifleri ile aynı şeyleri söylüyor olması ne tuhaf. Mezhep olarak bölünme meselesine gelince, evet, Ehl-i Sünnet ve diğer bidat mezhepler arasında tercih yapmak gerekti ve o dönem de bu dönemde nasibi olanlar Ehl-i Sünnete sarıldı ve bölünme oldu. Nureddin Yıldız’ın kastettiği şey bu ise kesinlikle bu parçalanma değil birleşmedir. Nureddin Yıldız’ın bu sözü söylemesindeki maksat bu değilse, Ehl-i Sünnet dairesi içindeki mezheplerin birbiri ile mücadelesinden bahsediyorsa elbette bu iftiradır ve yalandır. Yıllar evvel aynı iddiayı, Mustafa İslamoğlu da dile getirmişti. İbn Teymiyye dönemi hak mezhebler arasında kesinlikle bir sürtüşme olmadığı gibi bilakis yakınlaşma olmuştur. Nureddin Yıldız’ın tarih ilminin zayıf olduğunu bildiğimiz için kendisine şunu hatırlatmak isteriz. Hani devamlı dile getirdiği İbnTeymiyye’nin Moğollara karşı vermiş olduğu şanlı mücadele (!) var ya, işte daha İbn Teymiyye dünyaya gelmezden evvel İslam dünyasında Moğollar katliam yaparken, şanlı Türk büyüğü Nureddin Mahmud Zengi, hem askeriyle cihad etmiş hem de medreseler açtırmış ve kendisi Hanefi olmasına rağmen açtığı Şafii medreselerinin Hanefi medreselerinden daha fazla olduğu görülmüştür. Nureddin Zengi’nin yetiştirdiği Selahaddin Eyyübi de aynı şekilde medreselerin çoğalması için çabalamış, hak mezheblerin arasında fark gözetmeksizin ilmi mücadeleyi desteklemiştir. Hem de bu, tam da Nureddin Yıldız’ın İbn Teymiyye’yi parlatma uğruna iftira attığı dönemde ve coğrafyada olmuştur.

GÜLÜMSETEN BİR İDDİA: “İBNİ TEYMİYYE, EBU HANİFE İLE AYNI ŞARTLARI TAŞIYAN BİR MÜCTEHİDDİR”

Nurettin Yıldız: “Ebu Hanife’de, İbni Hanbel’de ictihad için hangi şartlar varsa İbni Teymiyye de aynı şartlara sahiptir. Kendisi Müctehiddir. Bunu düşmanları da kabul ediyor. İmam Züfer’den aşağı kalan bir tarafı yoktur. Kur’an sadece mezheblerden birinin kitabı, diğerlerinin ona bakma hakkı yoksa ona diyeceğim yok. Kur’an, sadece imamlarının istifade edebileceği bir kitapsa ona bir sözüm yok… (Değilse) İbni Teymiyye de müctehiddir.”

Nureddin Yıldız’ın mesnedsiz iddialarının bir yenisi. İbn Teymiyye’nin hangi düşmanları onun müctehid olduğunu, hem de İmam Azam ve İmam Ahmed ile aynı kuvvete malik bir müctehid olduğunu söylüyor. Tabiki isim yok, dinleyicilerin de bu soruyu kendisine sormaması Nureddin Yıldız açısından herhalde rahatlatıcı bir etken.

Evvela burada şer’i bilgiye muhalif bir durum var. İbn Teymiyye’nin lehinde ve aleyhinde yazılanların çoğuna baktığımızda kendisinin Hanbeli olduğunu yazmaktadır. Nureddin Yıldız da daha evvel bunu ifade etmişti: “… İbni Teymiyye asla mezhepsiz değildir.Hanbeli’dir ama Ahmed b. Hanbel’in ictihadlarının çoğuna itiraz etmiştir.”

1-İbn Teymiyye’nin müctehitliği(!) İmam-ı Azam ve İmam Ahmed gibi ise başka bir mezhebi nasıl taklit eder? Zira mutlak müçtehidin başka bir müçtehidi taklit etmesi caiz değildir.

2-İbn Teymiyye; İmam-ı Azam şartlarına haiz oluyorsa nasıl İmam Züfer tabakasında müctehid oluyor?

3-Ayrıca İbn Teymiyye Hanbeli ise, nasıl oluyor da çoğunlukla kendi imamı İmam Ahmed’e muhalif oluyor?

4-Kendi imamının içtihatlarının çoğuna muhalif ise nasıl hala Hanbeli oluyor? Şimdi burada sakın kimse, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed örneğini vererek Hanefi mezhebi örneğini vermesin, zira usul Hanefi mezhebinde farklıdır, Hanbeli mezhebinde farklıdır.

Bu soruların cevabı elbette yoktur, biz daha evvel İbn Teymiyye’nin mezhebi meselesinde olan karışıklığı kendi eserlerinden kısımlar vererek aktarmıştık. Burada mesele, Nureddin Yıldız’ın, herhalde hem İbn Teymiyye’nin eserlerine tam muttali olamamış ki mezhebi ile alakalı kafa karışıklığı yaşıyor ve hem de içtihat-müctehit meselesinde çokça bilinen meseleleri dahi göz ardı ediyor olmasıdır.

SUYÛTİ, İBNİ HACER VE DİĞER ÂLİMLERİN İBNİ TEYMİYYE HAKKINDAKİ SÖZLERİ

Nurettin Yıldız: “Aynî ve Aliyyü’l Kâri İbni Teymiyye hayranıdırlar. Bu nedenle İbni Teymiyye savaşçılığı yapanlar hayatta bu iki âlimi sevmezler. Kusur da bulamuyorlar. Aliyyül Kari diyor ki “Allah’ın hiçbir asırda yaratmadığı bir insandır.” Suyuti, İbni Hacer, bunlar da (İbni Teymiyye) hayranıdırlar.”

Nureddin Yıldız, burada büyük âlimlerin sözlerinden bazı yerleri cımbızla çekip alması ne kadar ilmi haysiyete yakışır bu tartışmalıdır. Şimdi Nureddin Yıldız’ın isimlerini verdiği âlimlerin İbn Teymiyye hakkındaki görüşlerini okuyunca, kimin İbn Teymiyye hayranı olduğu apaçık ortaya çıkacaktır.

Molla Aliyyü’l Kaari buyurdu ki:

“Hanbelilerde, İbn Teymiyye Peygamberimizin (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) kabir ziyaretini yasaklamasıyla aşırıya kaçmıştır. Tıpkı şu şekilde karşı görüşü savunanlar gibi: ‘Kabri ziyaret etmek ibadettir ve onu yalanlamakla kâfir olunur.’ Belki bu ikinci görüş cumhur âlimin kabul gördüğü bir meseleyi yasak etmenin inançsızlık olarak da yorumlanabileceği açısından doğru olana daha yakındır.

(Molla Aliyyu’l-Kârî el-Haravî el-Hanefî, Şerhu’ş-Şifa (Beyrut: Daru’l-Kutubu’l-‘İlmiyye, 2001), c.2, s.152)

“İbni Teymiyye’nin bozucu aklı ile muhalefette bulunduğu her şey, kendi uydurmasıdır. Kendi fasid inanışına göre, def edecek boş bir şüphe bulamadığı zaman “O yalandır” diye başka bir davaya geçer. Onun hakkında “İlmi aklından büyüktür” diyen, insaflı davranmıştır.” (s.189)

“Ben, İbni Teymiyye’nin Minhacü’s-Sünnet kitabında Allahü Teâla’ya cihet [yön] isnadını tafsilatı ile görmüş bulunuyorum… Selef-i salihinden böyle bir söz varid olmamıştır… Bilakis (İbni Teymiyye) onu kendi nefsinden çıkarıp ortaya atmış ve birçok yerde tekrarlayıp durmuştur.”(s.203)

“İbni Teymiyye’nin kitapları basılmış bulunduğundan ve onların içinde Ehl-i sünnet inançlarına aykırı meseleler mevcut olduğundan dolayı, âlimlere bu meseleleri açıklamaya yönelmek ve bu hususta halkı uyarmak lazımdır” (s.203)

“İbni Teymiyye’nin kelamındaki çekişme ve çelişmeye delalet eden şeylerden birisi de, kitaplarından bir kısmında söylediğinin, diğer eserlerinde ifade ettiğini nakzeder mahıyette olmasıdır. Bu, ya inançlarında hata edip dönüş yapmasından veya ilminin geniş ve eserlerinin çok olup fetvalarını ve ibarelerini yayıp dağıtması sebebiyle, daha evvelki kitaplarında yazdığını unutmasından meydana gelmektedir.”

İmam Suyuti, İbn Teymiyye hakkında:

“İbnTeymiyye kibirli biriydi. Havalıydı. Kendisi herkesten üstünmüş, konuştuğu insanlar önemsizmiş gibi göstermek ve büyük Müslümanları alaya almak onun alışkanlığıydı.

(Suyuti, Kam’ al-Mu’arid)

Hâfız İbni Hacer el-Askalânî, Ed-duraru’l-kâmine isimli kitabında, İbni Teymiyye’nin sahabenin büyükleriyle ilgili sözleri hakkında âlimlerden bazı nakiller yapmaktadır:

“İbni Teymiyye Ömer ibnu’l-Hattab’a üç talak meselesinde ve Hazret-i Ali’ye de on yedi meselede Kur’anın nassına muhalefet etti diye isnadda bulunmuştur. Hazret-i Ebu Bekir ne dediğini bilen yaşlı birisi olarak müslümanlığı kabul etti, ama Hazret-i Ali çocukken İslamiyeti kabul edip bir kavle göre çocuğun İslamiyeti sahih değildir, demesi ve yine Hazret-i Ali hakkında, kendisi Ebu Cehil’in kızını istemiş ve ölünceye kadar onu severek unutmamıştır, demesi üzerine alimler ona münafıklığı isnad etmişlerdir. İbni Teymiyye Hazret-i Osman hakkında (Osman malı severdi) demiş ve (Peygamberden -aleyhisselam- istigasede bulunulmaz) dediği için ona zındıklık isnad etmişlerdir.”(Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s.410.)

İbni Hacer-i Askalani hazretleri buyuruyor ki: “İbni Teymiye; “Kabri Nebeviyi ziyaret için sefere çıkmak haramdır. Hazret-i Ali iman ettiği zaman çocuk olduğu için Müslümanlığı sahih olmadı. Hazret-i Osman malı çok severdi” diyerek eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzattı.” (Ed-Dürer-ül-Kamine)

İbn Hacer el-Askalânî (v. 852/1448) İbn Teymiyye’nin, Minhacü’s-Sünne adlı eseri üzerine yaptığı değerlendirmede diyor ki:

Telif esnasında kaynağını hatırlayamadığı bazı makbül/sahih hadisleri veya senedi zayıf da olsa bazı mevcut/sabit rivâyetleri mevzu olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. İbn Teymiyye, İbnü’l-Mutahher el-Hıllî’nin kullandığı hadislerin büyük bir kısmı mevzu ve çok zayıf olmakla birlikte, onun sözünü çürüteyim (tevhîn) derken bazan Hz. Ali’yi küçük düşürmüş, ifrat ve teşeddüde düşmüştür. (İbn Hacer, Lisân, VI, 319-320; a.mlf., Dürer, I, 71; Leknevî, Ecvibe, s. 174-176.)

İCMA’YA KARŞI ÇIKAN İBNİ TEYMİYYE’YE DESTEK: “HZ. ÖMER’İ VE DÖRT MEZHEBİ KARŞISINA ALIRKEN KUR’AN’A DAYANDI”

Nurettin Yıldız: Üç Talak meselesinde dört mezhebe de aykırı hareket etti. Dört mezhebi de karşısına aldı. Ama bunu yaparken Kur’an’a dayandı.…Üç talak ile boşanma meselesinde Dört Mezhep Hz. Ömer’in ictihadına dayanarak bu fetvayı verdi. Onlar maslahatı gözetti. İbni Teymiyye ise doğrudan Kur’an’a dayandı, maslahat falan dinlemedi. Bugün karısını boşayan herkes İbn-i Teymiyye’cidir.”

Nureddin Yıldız’ın yukarıdaki sözünden şu mana çıkar; Hz. Ömer ictihatında Kur’an’a dayanmadı, İbn Teymiyye de bundan dolayı Hz. Ömer’e muhalif oldu.

Talak meselesine gelince; “Boşama hakkı iki defadır. Bundan sonra yapılması gereken ya meşrû tarzda güzelce birlikte yaşama yahut eşini güzellikle salıvermedir.” (Bakara Sûresi, 2/229.) âyetine göre dinimiz bir kişiye iki kez boşama yetkisi vermiştir. Yani bir kişi ikinci boşamasından sonra da eşine dönerek evliliğini devam ettirebilir fakat üçüncü kez hanımını boşarsa, hanımı başka bir eşle evlenip onunla beraber olmadan ve yine evlenen bu kişiler tabii bir şekilde ayrılmadan ilk eşiyle evlenmesi helâl değildir. Bununla dinimiz, erkek tarafından boşamanın kadına karşı bir silah olarak kullanılmasını engellemiş ve boşamanın ciddiyetine dikkat çekerek düşünüp taşınmadan rastgele yapılacak boşamaların önüne set çekmiştir. Buna göre kişi eğer hanımını boşadıktan sonra hata yaptığını anlar ve tekrar evliliğini sürdürmek isterse, yeniden evlilik kapısı açık bırakılmıştır. Aynı durumun ikinci kez daha tekrarına müsaade edilirken, artık üçüncü kez de talâk vukua geldiğinde, bundan anlaşılır ki bu evlilik devam etmeyecektir çünkü evlilik için onca masrafa girmiş, hanımına mehrini vermiş, belki çocukları bulunan bir erkeğin, öyle kolay kolay boşama işine girişmesi düşünülemez fakat burada üzerinde çokça tartışmaların yapıldığı mevzu, bir seferde söylenen üç boşama lafzının bir talâk mı yoksa üç talâk mı sayılacağı hususudur.

Deliller

Öncelikle bir lafızda üç boşamanın tek boşama kabul edileceğini söyleyenlerin delillerine bakacak olursak, bunlar boşama hakkının iki defa olduğunu ifade eden âyetle, İbn Abbas Hazretleri’nin bir rivayetine ve sahabeden Hz. Rükâne’nin hanımını boşaması ile ilgili rivayet edilen hadis-i şerife dayanırlar. Bunun dışında Hz. Ali’den bir rivayet zikretmişlerdir, fakat muhakkiklerce bu rivayetin bir iftira olduğu söylenmiştir.

İbn Abbas’tan gelen rivayet şu şekildedir: Tâvus (rahimehullah) anlatıyor: “Ebu’s-Sahbâ adında birisi, İbn Abbas’a (radıyallahu anhumâ) sık sık sorular sorardı. Bir defasında: “Bir kimsenin, hanımını temastan önce üç kere boşaması hâlinde, âlimlerin bunu bir talâk saydıklarını bilmiyor musunuz?” dedi. İbn Abbas (radıyallahu anhumâ) şu cevabı verdi: “Elbette biliyorum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam), Hz. Ebû Bekir devirlerinde ve Hz. Ömer’in (radıyallahu anh) hilafetinin de ilk yıllarında, bir erkek hanımını, daha onunla temastan önce boşayacak olsa, bu bir tek talâk addediliyordu. Hz. Ömer, insanların talâka düşkünlüklerini görünce: “Erkeklerin aleyhine olarak bu talâklara müsaade ediyorum.” dedi.”(Müslim, talâk 17; Ebû Dâvud, talâk 10.)

Bu hadisin farklı rivayetlerinde, hanımını temastan önce veya sonra boşamasıyla ilgili bir kayıt yoktur. Cumhur-u ulema bu rivayetin delil olamayacağını farklı yorumlar getirerek göstermişlerdir çünkü en başta hadisi rivayet eden İbn Abbas’ın rivayet edilen bu hadisin hilafına fetva verdiği ve kendisinden bu hadisin aksine rivayetler geldiği bilinmektedir. (Muvatta, talâk 15) Bu rivayetlerden biri aşağıda gelecektir.

Ayrıca şöyle demişlerdir: Üç talâkın ahd-i nebevîde bir talâk telakki edildiğine dair olan haberi İbn Abbas’tan yalnız Tavus rivayet etmiştir. Hâlbuki Said b. Cübeyr, Mâlik b. Hâris, Muhammed b. İyas, Numan b. Ebî İyas, Mücahid, Ata, Amr b. Dinar gibi büyük müctehidler, yine İbn Abbas’tan bunun hilafına rivayette bulunmuşlardır. Bu zatlar İbn Abbas’ın en önde gelen ashabındandılar. Tavus ise faziletli, muhterem, salih bir zat olmakla beraber hatası çok olan biriymiş. Onun hem bu yönünden hem de karşısında pek çok büyük imam bulunmasından, sadece onun rivayetine hüküm bina edilmez.(Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 2/209.)

Rükâne hakkında rivayet edilen hadis-i şerife gelince; Rükâne b. Yezîd, karısını bir mecliste üç defa boşamış, sonra da çok üzülmüştü. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine, eşini nasıl boşadığını sorunca: “Üç defa boşadım.” demiş, bir mecliste mi, sorusuna ise “Evet” cevabını vermişti. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi (sallallahu aleyhi ve sellem):

فاِنَّمَا تِلْكَ وَاحِدَةٌ فَارْجِعْهَا إِنْ شِئْتَ

“Bu ancak bir boşama olup, istersen eşine yeniden dönebilirsin.” buyurunca Rükâne eşine dönmüştür.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 265.)

Rükâne hadisinin delil olma yönü kısaca şöyle eleştirilmiştir: Ebû Dâvud, Tirmizi, İbn Mace, Hâkim ve Beyhakî’nin birçok güvenilir ravilerden naklettiklerine göre Rükâne karısını üç boşama ile değil, bir bâin talâkla boşamış, bununla üç defa boşamaya niyet etmediğini yeminiyle teyit edince, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) boşadığı karısıyla yeniden evlenmesine izin vermiştir.

Bu hadisi Tirmizi ve Ebû Dâvud şu şekilde rivayet etmişlerdir: “Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü, vallahi ben hanımımı kesinlikle boşadım.” “Peki bununla ne kasdettin?” diye sordu. “Bir talâk kastettim” dedim. Bunun üzerine: “Bununla bir kastettiğine dair Allah’a yemin eder misin?” dedi. Ben de: “Vallahi bununla sadece bir talâk kastettim” dedim. Bunun üzerine: “O hâlde bu senin kastettiğin şekildedir!” buyurdu ve kadını ona geri verdi. O ise hanımı ikinci kere Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında, üçüncü kere de Hz. Osman (radıyallahu anh) zamanında boşadı.”(Tirmizî, talâk 2; Ebû Dâvud, talâk 10.) Cumhur ulema, bu hadis-i şerifi, diğerlerinin aksine, bir lafızla üç kez boşamanın gerçekleşebileceğine dair delil olarak getirmişlerdir.

Diğer yandan İbn Abbas’ın bir defada yapılan üç boşamayı kabul ettiğini belirtmiştik. Nitekim kendisine gelerek; “Ben karımı yüz talâkla boşadım, ne yapmam gerekir?” diye soran adama şöyle cevap vermiştir:

طَلُقَتْ مِنْكَ لِثَلَاثٍ وَسَبْعٌ وَتِسْعُونَ اتَّخَذْتَ بِهَا اٰيَاتِ اللّٰهِ هُزُوًا

“Eşin senden üç defa boş olmuş ve doksan yedi boşama ile de Allah’ın âyetlerini alaya almışsın.”(İmam Mâlik, talâk 1.)

Ayrıca bir seferde söylenen üç talâkın geçerli olacağını ve bu uygulamanın Hz. Ömer’den (radıyallahu anh) değil, Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) itibaren geçerli olduğunu söyleyenler şu hadisleri de bu görüşlerine delil getirmişlerdir:

Resûlullah’a (aleyhissalâtu vesselam) bir adamın hanımını üç talâkla birden boşadığını haber verdiler. Efendimiz celâllenerek kalktı ve:

أَيُلْعَبُ بِكِتَابِ اللّٰهِ وَأَنَا بَيْنَ أَظْهُرِكُمْ

“Daha ben aranızda iken Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” buyurdu.(Nesâî, talâk 6.)

“Bir adam karısını, temastan (gerdekten) önce üç talâkla boşadı. Sonra da onunla nikâhının devamını uygun gördü. Fetva sormaya gitti, ben de beraberinde idim.” İbn Abbas ve Ebû Hureyre’nin (radıyallahu anhum) yanlarına geldi. Onlar: “Hanımın, senden başka bir erkekle evlenmedikçe onunla evlenmen mümkün değil!” dediler. Adam, “İyi ama ben onu bir talâkla boşadım” dedi. İbn Abbas (radıyallahu anhumâ): “Sen, kendine ait fazlalığı elinden bırakmışsın!” buyurdu.” (Muvatta, talâk 15.)

Yine hanımını hayızlı iken boşayan İbn Ömer kıssasında varid olan hadisteki ifadelerde şu da vardır: “Ya Resûlallah, hanımımı üç talâkla boşasaydım ne buyururdunuz? Tekrar ona dönmek bana helâl olur muydu?” diye sorunca Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Hayır, senden tamamen ayrılmış olurdu ve bu (yani üç talâk) günah olurdu.” buyurmuştur.(Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/227-228.)

“Bir kimse, karısını iddeti içinde üç defa veya bir sözle üç defa boşasa, artık bu kadın başka bir koca ile evlenmedikçe ona helâl olmaz.”(Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, 7/336.)

Görüldüğü gibi bir anda üç defa boşamanın geçerli olacağına dair deliller daha açık ve kuvvetlidir, diğerlerinin delilleri ise gereğince tahkik edilerek delil olmaktan uzak görülmüştür.

Hükmü

Üç talâkı birden vermenin hükmü hakkında imamlar ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı A’zam, İmam Mâlik, İmam Evzâî ve İmam Leys’e (rahimehumullah) göre bu bidattır, yani sünnete muhalif bir boşamadır. Hatta âlimler bunun haramlıktan kurtulamayacağını söylemişlerdir. İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr’e (rahimehumullah) göre ise böyle bir boşama haram değildir, ancak onlara göre de evlâ olan boşamanın ayrı ayrı yapılmasıdır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Bir lafızda üç talâkla hanımını boşayan kimseye hanımının haram olacağında, helâl olması için başka birisiyle evlenip ayrıldıktan sonra ilk kocasıyla evlenebileceği konusunda fukahanın çoğunluğu ittifak hâlindedir. Hatta âlimlerden bazıları bu konuda icma olduğunu bile söylemişlerdir. 1917 tarihli Osmanlı Hukûk-u Aile Kararnamesi de cumhurun görüşünü benimsemiştir. Bunun yanında, özellikle Zahiriler ve İbn Teymiyye böyle bir boşamanın tek talâk sayılacağını söylediklerinden, günümüz fıkıhçılarından bazıları buna dayanarak, bu görüşle fetva vermektedirler. Yani bir mecliste aynı anda yapılan üç ve daha fazla boşamanın birincisini bir talâk sayıp, diğerlerini tekit olarak kabul etmektedirler. Tabii ki bu tasarruflarında daha çok ailenin dağılmasıyla ortaya çıkacak zararları ve hâlâ çiftlerin birbirleriyle olan beraberliklerini sürdürmek istediklerini göz önüne alıyorlar. Ama unutulmamalıdır ki dinî meselelerde olduğu gibi talâk konusunda da ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Bunun için bir anda üç talâkı geçersiz saymak, haramlık hususunda gözetilmesi gereken “ihtiyat” kaidesine de muvafık olmamaktadır.

Şimdi anlaşılmıştır sanırım İbn Teymiyye’nin sahabeye, tabiine ve tebe-i tabiine muhalif olduğu.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu