Ali Eren

BİZANS İMPARATORU’NUN HAZRETİ MUÂVİYE’Yİ SEVMEMESİNİ ANLIYORUZ DA…

Taha Akyol, gazeteci ve televizyon programcısı… Köşe yazarlığı yaptığı gazete Milliyet, program yaptığı televizyon da ona benzer bir kanal. “Hacı hacıyı bulur Mekke’de derviş dervişi bulur tekkede” kabilinden, Taha Akyol da gazete ve televizyon olarak kendine onları uygun bulmuş ki senelerdir aynı yerde.

Bu zat, 13 Ocak tarihli yazısında Prof. Hayrettin Karaman’la geçen bir sohbetinden şöyle bahsediyordu:

“Önceki gün Prof. Hayrettin Karaman’la görüşürken sözü Hz. Ali ile Muaviye arasındaki ihtilafa, yaşanan vahim olaylara getirdim, görüşünü sordum.
Çünkü geçmişte birçok Sünni tarihçi o facialar için “ictihat farkı” demekle yetinmişler, eleştirel ve analitik bakmaktan sakınmışlardı. Muaviye’yi eleştirmek gerekmez miydi?”

Hazreti Muâviye gibi muhterem bir sahâbînin eleştirilmesini soru şeklinde de olsa arzu eden Taha Bey, “geçmişte birçok Sünni tarihçi o facialar için “ictihat farkı” demekle yetinmişler“ derken, farkında olmadan bir gerçeği de ifade ediyordu. O gerçek, sünnî Müslümanların asla Hazreti Muâviye’nin aleyhinde konuşmamasıydı. Çünkü Hazreti Ali ile Hazreti Muâviye arasındaki hadiseler ictihad farkından ileri geliyordu, onun için ikisi de tenkit edilemezdi ve ikisine de hürmet duyulurdu. Sünnîlik yani ehl-i sünnetten olmak bunu icap ettiriyordu.

Hazreti Muâviye’nin tenkit edilmesi icap ettiğini söyleyen Taha Akyol, bir Milliyet yazarıdır ve yazdığı eserlerle İslama darbeler üzerine darbeler indiren Montgomery Watt gibi bir müsteşrike hayranlık ifadeleri kullanan birisidir. Montgomery Watt‘ı seven Taha Bey Hazreti Muâviye’yi sevmiyor olmalı ki gönlü Hazreti Muâviye’nin tenkit edilmesini istiyor.

Elbette gönüllere pranga vurulamaz ve herkes istediğini gönlünden geçirebilir. Onun gönlünden de demek o geçmiş ki “Muaviye’yi eleştirmek gerekmez miydi?” diyor.

Taha Akyol’un hevesi kursağında kalmamış. Hayrettin Karaman onu hiç bekletmeden, ümitsizliğe kapılmasını da beklemeden hemencecik onu gönlünün arzusuna kavuşturmuş ve beklentisini yerine getirmiş. Yani Hazreti Muâviye’yi acımasız bir şekilde tenkit etmiş.Taha Akyol bunu şöyle anlatıyor:

“Hayrettin Hoca şunu söyledi: “Muaviye’yi sevmem, ama sövmem de… Ehl-i Beyt sevgisiyle Muaviye bir kalpte birleşmez!”

Hayrettin Karaman her ne kadar  “Ehl-i Beyt sevgisiyle Muaviye bir kalpte birleşmez!” dese de Taha Akyol’un yazdığı gibi, ehl-i sünnet âlimleri hem ehl-i beyti seviyorlar hem de Hazreti Muâviye’ye dil uzatmıyorlar. Demek ki ehl-i sünnetten olmak aynı zamanda Hazreti Muâviye’yi sevmek ve onun aleyhinde bulunmamak demektir. Taha Akyol bile bunun farkında. Nitekim şöyle diyor:

“…..Hayrettin Karaman’ı dinlerken 19. yüzyıldaki en büyük âlimimiz olan hukukçu ve tarihçi Cevdet Paşa’yı hatırladım. Bu vahim olayları anlatırken yüreğinin nasıl kanadığını ve Ehli Beyt için nasıl gözyaşı döktüğünü hissedersiniz, ama Muaviye’yi böyle (Hayrettin Karaman gibi) eleştirmekten sakınır.”

Tabii sakınacaktır. Çünkü Ahmet Cevdet Paşa ehl-i sünnet maskesi ile Müslümanları kandıran biri değil gerçekten ehl-i sünnet bir zattır. Doğrusu da onun yaptığıdır. Zaten İslâm ehl-i sünnet dengesi de öyle korunur.

Ve yine ehl-i sünnet bir müslüman insafsız, vicdansız ve iftiracı olmaz. Olmayacağı için de Hazreti Muâviye vefat ettikten sonra onun oğlu Yezid zamanında meydana gelen Kerbelâ hadisesinden dolayı Hazreti Muâviye’yi suçlamaz da.

Ama zamanımızda kendilerinin ehl-i sünnet olduğunu söyleyen Hayrettin Karaman gibi bazıları, yeni bir çığır açmaya çalışmakta ve İslam tarihinde yaşanmayan bir suçlamayla, -güya ehl-i sünnet adına- hiç çekinmeden Hazreti Muâviye’yi suçlamaktadırlar. Oysa şimdiye kadar hiçbir ehl-i sünnet tarihçisi böyle bir şey yapmamıştır. Cevdet Paşa’nın tavrı buna bir örnektir. Sayın Karaman buyursun söyleyebiliyorsa Cevdet Paşa’nın ehl-i sünnetten olmadığı söyleyebilsin.

Tam burada soralım:

Hazreti Muâviye hakkındaki tavırları birbirini tutmayan Ahmet Cevdet Paşa mı ehl-i sünnetten yoksa Hayrettin Karaman mı?

Değerli okuyucular, ehlisünnet içinde olupta veya görünüpte Hazreti Muâviye aleyhinde konuşan şimdiye kadar hiçbir âlim çıkmamıştı. Hayrettin Karaman bu hususta bir ilk.

Ne diyelim, Montgomery Watt gibi bir ingilize sevgi besleyen Taha Akyol bu tavrı övebilir, nitekim övüyor da.  Övüyor ve şöyle söylüyor:

“Karaman’ın bu bakışı Sünni İslami tarihçilikte bir yeniliktir, ufuk açıcıdır.”

Karaman sevinebilir. Çünkü Taha Akyol gibi birisi, Karaman’ın yaptığını “ufuk açıcıdır” diye övüyor.

Ama Taha Bey, aynen Karaman gibi “Muaviye’yi ben de sevmem, sövmem de…” diyorsa da hiç olmazsa Hazreti Muâviye hakkındaki şu gerçekleri de gizlemeksizin ortaya koyuyor:

“Bunun yanında, siyasi ve askeri zekâsı, bilhassa İslam’ı denizlere açması önemlidir. Denizlere ve değişik coğrafyalarda değişik kültürlere açılmak, İslam’da bilim ve felsefenin gelişmesine yol açmıştı. Keşke 12. yüzyıldan sonra bu bilim ışığı sönmeseydi.”

Hayrettin Karaman’ın ilmî dürüstlüğünü bilmemiz için hiç olmazsa Taha Akyol kadar da mı yapamazdı? Onun ortaya koyduğu bu gerçekleri de mi dile getiremezdi? Bir türlü söylemiyor veya söyleyemiyor.

Taha Bey neticeye gidiyor ve bir ilâhiyat profesörü olan Hayrettin Karaman’a adeta öğüt verircesine şu cümleleri kaleme alabiliyor:

“Netice: Nasıl tabiatta sadece iki renk yoksa tarih de ak ve karadan ibaret değildir. İdeolojik veya itikadi “kutsal”larımız tarihin ve günümüzün renklerini görmemize engel olmamalıdır.”

Eh… Bu kadarı yeter. Bir Milliyet yazarından daha fazlasını zaten beklemeyiz.

Akyol’un bu yazısının ardından Hayrettin Karaman aleyhinde çeşitli tepkiler ortaya çıktı. Bunun üzerine Karaman başka bir köşe yazısı kaleme alma ihtiyacı duydu. Fakat o yazıda da Müslümanların üzerlerine titrediği şanlı ashabı yermekten geri kalmadı. Bakın âyetlerle övülen ashab-ı kiramı küçük düşürücü neler yazmıştı:

“Ashab elbette masum değildir, yanılır, günah işler, yanlış yola gider; bu takdirde de –böyle olan ashabın- peşinden gidilmez ve böyle yapanlar sevilmez. Efendimiz hayatta iken içki içen, çalan, yalan söyleyen, iftira eden, O’nun sırrını düşmanlarına bildirmeye teşebbüs eden ashab da olmuş, Peygamberimiz bunlara gerekli cezayı vermiştir.”

Demek ki Sayın Karaman sadece Hazreti Muâviye’yi sevmiyor değil. Onun nazarında ashabın birçoğu sevilmez cinsten. Neyse biz bu cümleleri Müslümanların anlayışlarına havale edelim ve “Ashabım hakkında Allah’tan korkun, onlar hakkında ileri-geri konuşmaktan sakının” buyuran Peygamberimiz’in, ashab hakkındaki tavrını hatırlatıp devam edelim.

Hayrettin Karaman, bir televizyon programında, “Hanefî mezhebi âlimlerine göre kadın önde olursa ya da erkeğin hizasında olursa erkeklerin namazı bozulur” dedikten sonra, “Bozulmaz niye bozulsun. Kadınlar ve erkekler aynı hizada durabilirler” diyerek, başta İmam-ı Âzam Hazretleri’ne olmak üzere bütün Hanefî’ âlimlerine itiraz etti. Ama açıktan açığa onların ictihadlarını kabul etmediğini söylüyor da kendisinin hangi mezhebi kabul ettiğini bir türlü söylemiyor.

Bu ilâhiyat profesörü, “Hilafeti kim kaldırdı?” başlıklı yazısında tarihi gerçeklerle taban tabana zıt olan yalan-yanlış şu cümleleri yazmaktan da çekinmiyor:

“Suriye valiliğinden azledileceğini anlayınca Hz. Ali’ye isyan eden Muâviye, Hz. Ali’nin şehadetinden sonra kendisine bey’at edilen Hz. Hasan’a, “Benim namıma hilafetten çekilir ve bana bey’at edersen ben hayatta olduğum sürece ülkeyi idare ederim, sonra oğlumu veya bir başkasını yerime bırakmam, veliaht tayin edip bey’at almam” demiş, Hz. Hasan bu şartla hilafeti bırakmış ve ona bey’at etmiştir. Fakat Muaviye sözünde durmamış, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmiş ve daha kendisi hayatta iken onun adına (kendisinden sonra halife olması için) her hileye ve şiddete başvurarak halktan bey’at almıştır. Başka yerlerde bey’at işini hallettikten sonra Medine’ye gelmiş, yaptığı usulsüzlüğe muhalefet eden bazı genç sahabiler ile Peygamberimiz’in torunu Hz. Hüseyn’i bir odaya hapsettirmiş, başlarına silahlı nöbetçiler koymuş ve şöyle demiştir: “Ben şimdi halka sizin bana bey’at ettiğinizi söyleyeceğim, eğer aksine bir söz söylerseniz nöbetçiler kellelerinizi uçursunlar”.

Değerli okuyucular!

Baştan sona yalan ve yanlış olan bu bilgiler sünnî tarihçilerin eserlerinde bulunmaz. Böyle şeyleri yazsa yazsa ya Şiî veya müsteşrik / oryantalist tarihçiler yazarlar.

Biz, “Bu söz acem yalanını geçti” tekerlemesini dinleye dinleye büyüdük. Onun için, Hayrettin Karaman’dan aktardığımız yukarıdaki cümlelerin, bizim nazarımızda varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktur. O iddialara, biz değil şiî veya müşteşrik yazarların yazdıklarına itibar edenler itibar edebilirler. Ama biz asla…

Bazılarının zihnine, “Tamam, müsteşriklerin yazdıklarına itibar etmeyelim ama şiîleri niçin onlarla aynı cümlede zikrediyorsunuz?” şeklinde bir süal gelebilir.

Bu mukadder süâle kısaca şöyle cevap vermek isterim:

Biz ehl-i sünnet Müslümanlar nasıl Kur’an-ı Kerim’den sonra Sahih-i Buhârî’ye ikinci değerli kitap nazarıyla bakıyorsak, şîanın da Sahih-i Buhârî ayarında değer verdiği bir kitap vardır: Usûlü’l-Kâfî…

Şîanın Kur’an’dan sonra ikinci değerli kitap olarak sahip çıktığı işte bu Usulü’l-Kâfi’nin iki yerinde İmam-ı Âzam Hazretleri’ne lânet ediliyor.

Ve bu kitap şu anda İran’da harıl harıl basılıp satılıyor.

Türkiye’de de tercümesi yapıldı. Yayınlayan: Dâru’l-Hikem, tercüme eden: Vahdettin İnce, Arapça tatbik: Hamid Turan, Türkçe metni gözden geçiren: Prof. Dr. Hüseyin Hatemi. Baskı tarihi: 2008- İstanbul.

Onun için kimse kalkıpta, benim mezheb imamına lânet eden bir kitabı başucu kitabı olarak kabul eden bir yazarın yazdığı kitapta yazılanlara değer vermemi beklemesin.

Sadede gelelim…

Yukarıdaki cümleleriyle Hazreti Muâviye’nin Hazreti Hasan Efendimiz’i kandırdığını söyleyen Sayın Karaman, on parmağına on kara almış, ehl-i sünnet dışı yalancı tarihçilerin eserlerinden aldığı gerçek dışı ifadelerle gerçekleri karalıyor. Böyle yapmakla da aslında sadece Hazreti Muâviye’yi değil bütün İslam tarihini ve İslam tarihçilerini de karalıyor ve hepsine iftira ediyor. Oysa, anlatılanın doğrusu onun değil İslam tarihlerinin yazdıklarıdır. Meselâ İbni Kesir’in El- Bidâye ven-Nihâye isimli İslam tarihinde şöyle deniliyor:

“Muâviye, karısı Fâhite binti Kurta ile birlikte bir yaz gününde uyurken Hazreti Ali’nin ölüm haberi geldi. Yatağından kalkıp oturdu ve “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi  râciûn” dedikten sonra ağlamaya başladı. Karısı Fâhite:

“Bak hele şuna sen! Dün Ali ile savaşıyordun, bugün ise onun ölümüne ağlıyorsun” dedi.

Hazreti Muâviye radıyallâhü anh ise ona şöyle cevap verdi:

“Yazıklar olsun sana! Ali ile beraber onun hilmi (yumuşak huyluluğu) da, ondaki ilim de fazilet (üstünlük) de gitti. O İslama bizden önce girmişti ve benden hayırlı bir kimse idi. Ben ona ağlıyorum.” 

Gördüğünüz gibi Hazreti Muâviye, Hazreti Ali’nin yumuşak huylu, ilim sahibi, değerli bir zat, İslama kendisinden önce girdiği için kendisinden üstün ve hayırlı bir kimse olduğunu söylüyor. Yani aralarında bazı şeyler geçmiş olsa da değerini biliyor ve asla aleyhinde konuşmuyor.

İbn-i Asâkir, Hazreti Muâviye’nin hayatını anlatırken Ebü-l Kasım’dan şunu naklediyor:

“Amcam Ebû Zür’a’ya birisi geldi. Konuşma sırasında “Muâviye’ye kinim var” dedi. Amcam “Niçin?” diye sorunca, “Haksız yere Ali ile savaştı ve adam öldürdü” demesi üzerine amcam şöyle cevap verdi: “Muâviye’nin rabbi çok rahmet sahibi olan Allah’tır. Muârızı da kerem sahibi olan Hazreti Ali’dir. Sana ne oluyor ki ikisi arasına giriyorsun?”

Her biri birer ilâhiyatçı olan Ali Bardakoğlu (Eski Diyanet İşleri Başkanı), Celal Kırca, Selahattin Polat, Ali Toksarı ve M. Kemal Atik tarafından hazırlanan Sahâbîler Ansiklopedisi’nin Muâviye b. Ebû Süfyan radıyallâhü anh maddesinde şöyle yazıyor:

“Hazreti Muâviye’ye, “Hilafet hususunda sen Ali’den daha mı lâyıksın ve sen Ali’ye benzer misin?” diye sorulduğunda “Hayır! Ben Ali’ye hilâfet hususunda rekâbet etmek istemem ve çok iyi bilirim ki Ali benden üstündür ve hilâfete daha lâyıktır” demiştir.”

Görülüyor ki, Hayrettin Karaman bu hususta sadece İslam büyükleriyle değil kendi meslektaşlarıyla da ters düşüyor. Düşüyor da keşke sadece onlarla ters düşmekle kalsaydı da daha ileri gitmeseydi.  Bakan daha kimlerle ters düşüyor:

1- Hazreti Osman radıyallâhü anh ile ters düşüyor:

Çünkü, Hazreti Osman radıyallâhü anh, halifeliği zamanında bütün Suriye’nin idaresini Hazreti Muâviye’ye bırakmıştı. Hazreti Osman öyle yapsa da Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye’yi sevmiyor.

Yoksa Hazreti Osman (r.a.) Hazreti Muâviye’yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?

2- Hazreti Ömer radıyallâhü anh ile ters düşüyor:

Çünkü, Hazreti Ömer radıyallâhü anh, halifeliği zamanında kardeşi Yezid’in yerine Hazreti Muâviye’ye Şam valiliğini vermişti. Onu her gördüğü yerde “Bu ne güzel bir arap sultanıdır” derdi. Hazreti Ömer öyle dese de Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye’yi sevmiyor.

Yoksa Hazreti Ömer (r.a.) Hazreti Muâviye’yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?

3- Hazreti Ebûbekir radıyallâhü anh ile ters düşüyor:

Çünkü, Hazreti Ebûbekir radıyallâhü anh, halifeliği zamanında Hazreti Muâviye’yi kardeşi Yezid ile beraber Suriye’nin fethine gönderdi. Hazreti Ebûbekir (r.a.) öyle yapsa da Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye’yi sevmiyor.

Yoksa Hazreti Ebûbekir (r.a.) Hazreti Muâviye’yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?

4- Hazreti Resûlüllah ile ters düşüyor:

Çünkü, Peygamberimiz Hazreti Muâviye hakkında “Ya rabbi! Onu azabından koru. Onu memleketlere hâkim kıl” diye duâ etmiş, ayrıca “ Yâ Muâviye! Melik (hükümdar) olduğun zaman herkese iyilik et” buyurarak ve “ Benden sonra ümmetimin üzerine hâkim olursun. O zaman iyilere iyilik et, kötülük yapanları da affet” buyurarak hem öğüt vermiş hem de hükümdar olacağını müjdelemiştir. Hepsinden de mühimi, vahiy kâtipliği vazifesi verecek kadar Hazreti Muâviye’ye itimat etmiştir. Hazreti Resûlüllah (s.a.v.) öyle yapsa da Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye’yi sevmiyor.

Yoksa Hazreti Resûlüllah Hazreti Muâviye’yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?

O Hazreti Muâviye ki Arabistan’da yetişen dört dahi kimseden biridir. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü haline gelmiştir.

Âlimiyle dervişiyle asırlardır gelip geçen bütün İslam büyükleri Hazreti Muâviye’yi seviyor, onun hakkında kalplerini bozmayıp dillerini tutuyorlar da ne hikmetse Hayrettin Karaman ve onun gibiler bir türlü Hazreti Muâviye’yi sevmiyorlar.

Bize öyle geliyor ki, bu mesele “Sevmemek” değil “Sevememek”tir.

Hazreti Osman, Hazreti Ömer ve Hazreti Ebûbekir (r.a.) efendilerimiz bir kimseye değer verip onu ümmetin umumî işlerinin başına getiriyor ve en başta Hazreti Resûlüllah (s.a.v.) aynı kişiye aynı derecede değer veriyor ve duâ ediyorsa, böyle bir zatı sevmeyen veya sevemeyen kimse kendi âkıbetinden korkmalı değil midir?

Hazreti Muâviye radıyallâhü anh ömrünün son günlerinde hastalandığında oğlu Yezid’i çağırıp “Ali’nin oğlu Hüseyin mübârek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Ona galip geldiğin zaman affeyle. İyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlüllah’ın torunudur” dedi.

İşte gerçekler böyle. Hazreti Muâviye böyle söylediği halde, vefatından sonra vasiyetinin aksine üzücü olaylar meydana gelmişse bunda Hazreti Muâviye’nin ne vebali olabilir?

Hazreti Muâviye hastalığı artınca, “Resûlüllah (s.a.v.) bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bu güne kadar sakladım. Bir gün kestiği tırnakları da bir şişe içine koyup saklamıştım. Vefat ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hürmetine Cenab-ı Hak beni affeder” dedi.

Sonra, “Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsan da kalmaz. Çok kimselerin gelirleri kesilir. İsteyenler eli boş döner” dedi. Receb ayında Şam’da vefat etmiştir. Türbesi Şam’dadır.

Hazreti Ali onun hakkında, “Muâviye’nin hükümdarlığını kötülemeyiniz. O giderse başların koptuğunu görürsünüz” demiştir.

Makalemizi, Sayın Hayrettin Karaman’a arz edeceğimiz şu hadiseyi anlatarak tamamlayalım:

Zaman Hazreti Ömer’in (r.a.) halifeliği zamanıdır. Amr ibni Âs (r.a.) Mısır’ın fethi için vazifelendiriliyor. Mısır o zaman Rumların elindedir. Hazreti Amr’ın maiyetindeki 4000 askerin bir kısmı Şam Vâlisi Hazreti Muâviye’nin verdiği askerlerdir. Müslüman askerlerin içinde Hazreti Muâviye’nin askerlerinin de bulunduğunu haber alan İmparator Herakliyus, “Bu Muâviye benim hoşuma gitmiyor. Onun askerlerinden çekiniyorum” diyor. Telaşa kapılıyor. Çünkü yakınlarda bir esir hadisesi olmuş ve Hazreti Muâviye imparatora gereken dersi vermiştir. İmparatorun Hazreti Muâviye’den çekinmesine sebep olan hadise şuydu:

Mısır hudutlarında esir edilen bir müslümanı İstanbul’a götürüp imparatorun huzuruna çıkarıyorlar. İmparator soruyor:

– Ne zaman bizim topraklarımızdan defolup gideceksiniz?   

Müslüman cevap veriyor:

– Siz ne zaman bize Kostantıniyye’nin (İstanbul’un) kapılarını açacaksınız ve Müslüman olacaksınız?

O anda imansız bir vezir yerinden fırlıyor ve Müslüman esirin suratına bir tokat atıyor. İmparator da kahkahalarla gülüyor.

O heybetli Müslüman yüzünü Şam’a doğru çevirerek,

– Ey Muâviye! Sen halife tarafından üzerimize idareci tayin edildiğin halde bana bir kâfir tarafından tokat atıldı. Eğer benim intikamımı almazsan seni Allah’a havale ederim, diyor.

İmparator yine kahkahalar atıyor ve Şam’a bir elçi göndererek,

– Esir ettiğimiz falan oğlu falan Müslüman senin için böyle böyle dedi, ne dersin? diye soruyor.

Hazreti Muâviye de ona bir elçi göndererek şu cevabı veriyor:

– Müslüman kardeşimiz haklıdır. İşin çaresine elbette bakılacaktır.

Cevabı alan imparator yine kahkahalar atıyor ve gelen elçiye Müslüman esiri gösterip,

– Bu esiri al. Şam vâlisine götür ve “İmparator yakında bununla beraber bütün Müslümanları esir etmek üzere geleceği için bu müslümana tenezzül etmedi ve geri gönderdi” de diyor.

Müslüman esir Şam’a geliyor. Arkasından Hazreti Muâviyenin casusları İstanbul’a gidiyor ve o esire tokat atan veziri saraydan kaçırıp Şam’a getiriyorlar. Hazreti Muâviye müslümana soruyor:

– Kostantıniyye’de imparatorun huzurunda sana tokat atan adam bu mudur?

– Evet, ta kendisi.

– Şimdi sen de onun suratına yapıştır bakalım tokatı.

O Müslüman yerinden kalkıyor ve Bizanslı vezire tokatı patlatıyor:

Şırraaak…

Sonra Bizanslı vezir aynen getirildiği yoldan götürülüp surlardan içeri bırakılıyor.

İyi mi?

İşte Bizans İmparatoru bundan dolayı Hazreti Muâviye’nin askerlerinden korkmaktadır.

Korkar da kızar da. Haksız da değildir…

Tamam anladık, Bizanslı kızıyor da……

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu